Üzeyir Karahasanoğlu - Nilüfer Benal: Nilüfer Benal İmzalı Vicdan ve Vefa Romanı; Oyunbozan

Dört yıl önce Unutulan’ı konuştuğumuzda şöyle demiştin: “İkinci romanımı yazmaya başladım. Bir kısmı Zonguldak’ta geçecek hikâyenin. Tıpkı Unutulan gibi gündüz ve gece düşlerimin başmisafiri şimdilerde… Tıpkı Unutulan kadar uzak bir hayal… Umarım rüyalar gerçek olur.” 

Sevgili Nilüfer, rüyaların gerçek olmuş ki yeni romanın Oyunbozan yayımlandı. Hatta ilk romanın gibi ilgi gördüğünü, kısa sürede ikinci baskı yapmasından da anlayabiliyoruz. Umarım Oyunbozan da yeni rüyalar gördürür. O zaman ilk sorum rüyalarına dair olsun. Sana rüyalar gördürten Oyunbozan, ilk defa ne zaman içine düştü, nasıl gelişti, bu hale nasıl geldi?

Oyunbozan her şeyden önce  “vicdan ve vefa” meselesi benim için. 

Bu ülke, bu dünya daha iyi bir yer olsun diye ne çok insan, ne çok bedel ödedi. Neden bu denli zulüm ve baskı altında yaşadık bir ömrü? Nasıl dayandık bunca acıya? Neredeyse her takvim yaprağını bir acı olayı anarak, bir güzel insanı yâd ederek koparıyoruz. Ya “kalanlar gidenlerin ardından şiirler yazıyor”  ya da “anısına, mücadelesine saygıyla” diyerek başını öne eğiyor.

Yazarak sırtımdaki “suçluluk küfesini, utanç tortusunu” biraz silkelemek istedim sanırım.

Oyunbozan’da şimdiye kadar ele alınanlardan farklı bir dönemsel anlatının peşine düştüm. Cumhuriyet'in kuruluş yılları, 1950’ler, 60’lar, 80 öncesi devrimci mücadele, dönemin insanlarının fedakârlıkları, hayattan koparılışları edebiyatımızda çokça yazıldı. 80 sonrası kuşaklar ise bireycilikle, apolitik olmalarıyla yaftalandıkları kadar, anlatılmaya değer pek çok hikâyesi de yok sayıldı. Oysaki 90’lı yıllarda genç olanlar çok büyük baskılara, yıldırmalara, sansürlere maruz kalarak ve neredeyse tüm ömürlerini acı olaylar kronolojisine paralel olarak yaşadı. Gençliğimde buzdağı gibi sonsuz otosansürler geliştirdim. Sesimi çıkarmaktan, bunu yaptığımda bedel ödemekten korktum. Romandaki kahramanlar kadar bile toplumsal olay içinde bulunmuşluğum, yüksek sesle itiraz etmişliğim yok. Bundan utanıyorum. Bedel ödeyenlere karşı bir vicdan borcum olduğunu düşünüyorum. “Birileri bunu anlatmalı,” derdim hep. Kendim gerçekleştirmiş olmaktan memnunum.

 

Doktor Nilüfer Benal, yazar Nilüfer Benal’i nasıl izah eder?

Kendimi öncelikle “bir hekim,” sonra da “bir yazan kişi,” olarak tanımlıyorum. Hekimlik sanatı, ilkgençliğimden bu yana ustalarından eğitimini aldığım, sonra da bildiklerimle aklımı ve insani değerlerimi kararak edimlediğim bir uğraş. Edebiyat ise daha da evvelinden, çocuk yaşlarımdan itibaren hep yanı başımdaydı. Kendimi bildim bileli çantamda bir kitapla dolaştım. Anahtarsız evden çıkmamak gibidir bu benim için. Yakın tarihe kadar sıkı bir okur olmakla yetindim. Edebiyat eğitimi almadım. Bu nedenle yazar değil, yazan kişiyim.

Biz hekimler biraz kavruk insanlarız. Dert nedir iyi biliyoruz, pek çok kişinin acısını bölüşüyoruz. Hastalarımızın konargöçer dertleri, sırları, sırdaşlıklarımız içerimize -farkına varmadan- kahır tortuları yüklüyor. O yükü biraz hafifletmek, biraz soluklanmak için farklı mecralar arıyoruz sanırım. Aramızda sanatın çeşitli alanlarında uğraş veren çok… Ben de edebiyata sığınanlardanım. Hekim olmak, bir hikâyenin karakterlerini yaratırken avantaja dönüşüyor bir bakıma. Toplumun her kesimiyle olan çoklu karşılaşmalar, tanıklıklar bir nevi insan sarrafı yapıyor bizleri. En çok susmayı öğreniyorsunuz. Zarif bir şekilde susmayı… İlk öykülerimden birinin adının “Dilsiz Uşak” olması, tanıklıklarına susmak durumunda kalan bir çocuk hekimini anlatması tesadüf değil misal.

 

Gür sesli romanlar yazıyorsun. Unutulan’da bir tarafı Selanik’ten diğer tarafı Mardin’den göçmüş insanların hikâyesiyle çıkmıştın karşımıza. Mutluluk anlarına tesadüf etsek de çoğunlukla acıların izini süren bir anlatıcı görmüştük. Oyunbozan da böyle. Bu, bir yazar seçimi elbette ama biraz da bu toprakların dili mi acaba? 

Başka türlü yazılmış kişisel ve toplumsal tarihimiz yok ki! Çoğu zaman “Unutursam kalbim kurusun!” diyoruz ama unutuyoruz. İçimizde çöreklenmiş adını koyamadığımız acı bir tortu var. O tortu kireç tutmuş bir çaydanlığın kireçlerinin sökülmesi gibi suyumuzu bulandırıyor zaman zaman. Kireç kırıntılarını akan suya tutup tadımızı bozanın ne olduğunu düşünmekten kaçıyoruz.

Her iki romanım da içeriğinde çokça hüzün, kayıp ve yas duygusu içeriyorlar, bir yanıyla huzurbozan kurgular. O huzursuzluğu dozunda bırakabilmek için biraz da neşe katıyorum içeriğe. Neşenin nesnesi yok çünkü, mutluluğun var… Geçmişte gülümseyerek anımsadığımız mutlu an’ların büyük çoğunluğunun hammaddesi neşe bana göre. Mutluluk ise hep uzak bir hedef gibi… Hedefe vardığın anda yeni bir hedef belirliyorsun.

Şarkıdaki gibi  “hiç bir kere hayat bayram olmadı ya da her nefes alışımız bayramdı” demeli belki de. 

 

Tabii ki bir romanı oluşturan birçok unsur vardır ve bunların uyumu, dengesi şüphesiz çok önemlidir ama hikâyeni okuyucuyu sürükleyerek akıtmak ayrı bir hünerdir diye düşünüyorum. Bunu Unutulan için de Oyunbozan için de rahatlıkla söyleyebilirim. Bunun sırrı, kurmacayı doğru çatmanda mı?

Çok teşekkür ederim bu düşüncelerin için. Bunu senin gibi usta bir edebiyatçıdan duymak çok kıymetli…

İki romanda da ülkenin bir dönemini, söz konusu tarihsel döngünün toplum ve bireyler üzerindeki etkisini anlatmaya çalıştım.

Unutulan,  yüzyılı aşkın bir hikâye. Cumhuriyet’in ilk yıllarına, mübadeleye, İstiklal Mahkemeleri’ne, devrimleri coşkuyla kucaklayanlara, bir o kadar da direnenlere günümüzden bir bakış. Kuşaklararası izlerin peşine düşüyor.

Oyunbozan ise 1980 darbesinde çocuk, 90’lı yıllarda genç olan bir kuşağın öyküsü. Sıkıyönetimin etkisiyle kendilerinden önceki kuşaklarla bağları koparılmış bir gençliğin sancılı anlam arayışları, biz de varız! deme çabaları anlatılıyor.

Her iki romanda da tarihi, siyasi ve sosyolojik unsurlar atmosfer olarak yer alırken; bireylerin iç dünyaları, aşkı, dostluğu, aldanışları, aldatışları yaşayış biçimleri dönemsel farklılıklarıyla işleniyor.

Bu kadar uzun zamana yayılan anlatıları, kronolojik olarak sıralamak okur için sıkıcı olur diye düşündüm kurgularken. Her iki romanda da günümüzle geçmiş arasında geri dönüş tekniği uyguladım. Unutulan’da çok fazla karakter vardı. Bölümlere ayırdım ve her bölümde geçmişten ya da günümüzden bir karakterin bakış açısı ya da o karakterin çevresinde yaşanan olaylar belirgin oldu. Bir nevi çoklu anlatıcı kullandım.

Oyunbozan’da ise bir geceye yaklaşık 50 yıllık bir tarihi sığdırdım. Yine olaylar anlatıcının yanı sıra iki karakterin hatıraları üzerinden ilerledi. Bu romanda küçük bir oyun da oynadım aslında. Ana karakterlerden olan Yeşim’i hepimiz çok iyi tanıdık ama onun iç sesini hiç duymadık.

Her iki romanda da bölümlerin sonunu merak unsurunu diri tutmaya çalışarak bitirdim.

Ve her iki romanın da gönlümüze bıraktığı iz; sarsıcı pek çok duygu ve toplumsal olaylar sanırım.

 

Unutulan’da Rüya, Oyunbozan’da Yeşim. Bir yanlarıyla tarihsel/dönemsel romanlar yazarken özellikle kişi kadronu dikkatle kurduğunu düşünüyorum. Belki doğru olmayabilir ama anlatacağın olaydan önce kişilerini kurguluyorsun gibi. O kişiler öyle güçlü ve de kimi yanlarıyla ilginçler ki roman dünyanı adeta var ediyorlar. Haliyle biz de bu kişilerin ne kadarını kendinden ya da çevrenden aldığını merak ediyoruz. 

Elbette…

Her iki romanın da gerçeklerle ilgisi vardır. Ancak gerçeğin ta kendisi değildir…

Oyunbozan’daki kahramanlarım daha bildiğim yerden, kendi kuşağımdan, bana her şeye rağmen “teşekkürler hayat!” dedirten yakın ve uzak dostlarımdan, onların bakışlarından, mimiklerinden, kahkahalarından ve hüzünlerinden emanet. Yine de karakterlere tek bir kişiyi değil, birçok kişinin bende bıraktığı izi puzzle gibi yerleştirdim. Oyunbozan kesinlikle “özyaşamsal” bir kurgu olmadığını da söylemeliyim. Ben üniversite hayatımı Antalya’da, dar ve kısıtlı bir çevrede geçirdim. Romandaki arkadaşlar politik eylemlerde var olamamaktan yakınıyor ya; ben onlar kadar bile yer alamadım toplumsal eylemlerde.

Unutulan romanı, sıradan bir ailenin, sıradan insanlarının içine kapanık hikâyeleri unutulmasın arzusundan tetiklenmiş, hayal âlemimde ‘tıpkı kahramanlarım gibi’ oradan oraya savrulmuştur. Bu savruluşun müsebbibi annem ve teyzemin birbirinden apayrı cümleleridir. Puslu anılarını benden esirgemedikleri kadar, kendilerine has rivayetlerle anlatarak kalemimi, düşleyişimi özgür bıraktıkları için teşekkür borçluyum onlara. Umarım onlardaki hikâyeyi yazmadığım için gücenmemişlerdir bana. Müellife zeval olmaz!..

 

Okurların senin Zonguldak’la olan bağını da merak ediyor elbette. Öyle ya, romanında Zonguldak’ı anlatıyorsun. Bu bağı biraz anlatır mısın?

Zonguldak benim için ilklerin şehridir. Hekimlik mesleğine Zonguldak’ta atıldım. Tıp Fakültesi öğrencileri için mecburi hizmet kavramı her zaman biraz ürkütücüdür. Büyük şehirden taşraya gitmek, hiç bilmediğiniz bir diyarda kendinizle ve hastalarınızla baş başa kalmak duygusu korkutur insanı. Ama ben ömrümün en güzel an’larını Zonguldak’ta yaşadım. İhtisas yapmak gereksinimi olmasaydı kalan ömrümü de geçirirdim. Ne yazık ki uzun yıllardır İstanbul’da yaşıyorum.

Yazma serüvenim başlamasıyla yakın zamanlı olarak Zonguldak’ta Altıyedi Sanat ve Edebiyat Dergisi peyda oldu. İlk öykümden itibaren bütün yazılarım Altıyedi’de yer aldı. Dergi yayın dünyasında ününe ün katarken ben de ilk romanımı yayımladım. Pandemi günleriydi. ZOKEV ve Altıyedi işbirliğiyle Unutulan hakkındaki ilk söyleşimi Zoom üzerinden gerçekleştirdim. Moderatör sendin. Katılım çok fazlaydı. Unutulmaz bir akşamdı.

Ezcümle Zonguldak diyarına, güzelim insanlarına ve siz dostlarıma gönül borcum çok sevgili Üzeyir. Ben de bu borcu karakterlerden birini Zonguldaklı yaparak ödemek istedim. Bu da bana çok el verdi. 1991 yılındaki Büyük Madenci Yürüyüşünü anlattım mesela… Daha fazla kopya vermeyeyim ama değil mi!

 

Başladığımız yerde bitirelim mi? Buradan duyurabileceğimiz yeni düşlerin, rüyaların, hülyaların var mı? Kendimizi hazırlayalım.

Hayalsiz, rüyasız ömür geçer mi? Evet bir takım hayaller üşüşüp duruyor, evvelce olduğu gibi birtakım karakterler vücut bulup tırmalıyor zihnimi. Ne söylediklerini tam olarak duyamıyorum şimdilik. Gözümü açtığımda hatırlayamadığım rüyalar gibiler. Duygular var, sahne yok. Rüyalar kadar yakın, rüyalar kadar uzaklar. Öte yandan Oyunbozan’ın yükünü hafifletetmek gerek öncelikle. Sanatı deşarj olmaya aracı bir uğraş sanırdım yazmaya yeltenmeden evvel. Meğer daha çok yükleniyormuş insan.

Fotoğraflar: Kadir İncesu

01/05/2025
272