Seyit Berker Aydoğan: Sessizliğin Mürekkebi

İnsanlık tarihi, yasaklanan kitapların küllerinden doğar. Halime’nin kenti ise hafızanın sistematik yok edilişine tanıklık ediyordu. “Kelimelerimiz bedenlerimizden önce gömülüyor,” diye fısıldardı babası, camdan geceyi izlerken. Sessizliğin bu kadar gürültülü olduğu başka bir çağ daha var mıydı?

Kentin göbeğindeki kütüphanenin arka rafında, cildi solmuş ve gri renkli kapağı olan bir defter duruyordu. Üzerinde yer alan Gri Mürekkep başlığı, yılların tozuna rağmen parlıyordu. Defteri açan herkes, sayfaların boş olduğunu sanırdı. Oysa Halime, parmağını satırlarda gezdirdiğinde mürekkebin kabartılarını hissedebiliyordu. Görünmez yazılmıştı her şey. Babasının, “Sesimiz susturulduğunda, bedenimiz yazıya dönüşür,” dediği günü hatırladı.

Çoğunluğu Müslüman ahaliden oluşan Halime’nin mahallesi, Sovyetler Birliği eğitim sistemine entegrasyon projesi kapsamında kitapların toplatıldığı bir dönemde, sessizliğe gömülmüştü. Metalden yapılmış ruhsuz, soğuk, dev iş makineleri, meydandaki birbirinden değerli ceylan derisi el yazmaları ve rengârenk deri kaplamalı kitapları öğüttü. Halime’nin babası bir gece yarısı kızını uyandırdı ve ona, “Artık kelimeleri toprağa ekeceğiz,” dedi.

Halime, babasının gözlerindeki o tuhaf ışıltıyı asla unutmayacaktı; bir çift yıldızın kara deliğe direnişi gibiydi. “Nasıl ekeceğiz baba?” diye sordu, avuçları ter içinde. Baba ve kız sessizce evin merdivenlerinden aşağı inip bahçeye girdiler. Babası bahçedeki limon ağacının dibinde durdu ve orayı kazmaya başladı. Bir süre sonra babasının kazdığı yerden tok ve tiz bir metal sesi duyuldu. Babası pirinç bir kutu bulmuştu. Toprağın altından çıkardığı pirinç kutuyu açarken babası sesi titreyerek: “Görünmez mürekkeple yazacağız. Yazdığımız her şey, sadece ona inanan gözlerde canlanacak,” dedi.

Kutunun içerisinde şişe şişe gri mürekkep ve iğne uçlu bir kalem vardı. “Bu ağaç,” dedi baba, dalları okşarken, “Zamanında Kırım Hanlarına elçilik vazifesi yapmış olan dedem Seyit Halil Efendi’nin diktikleri arasında tek sağ kalan. Demek ki kökleri kadim bilgeliğiyle beslenmiş.” Mürekkep yalnızca özel bir kâğıda döküldüğünde görünür oluyor; kuruduğunda ise buharlaşıyordu. Zafer, artık kelimeleri yok edilemeyecek şekilde saklamaktı.

O günden sonra, Halime, her gece kentin kayıp hikâyelerini gri mürekkeple gri kapaklı bir deftere işledi:

Fırının önünde ekmek kuyruğunda donan çocuğun cebindeki kurumuş menekşe, o çiçeği, bir trenle sürgüne gönderilen ve bir daha kendisinden haber alınamayan ablasının saçından almıştı.

Zincirli Medrese’nin kapısına kilit vurulduktan sonra sürgüne gönderilen Profesör Aytugan’ın öğrencilerine fısıldattığı, "Düşünce su değildir; borularla yönlendirilemez," sözü, Medrese’nin kapısına kilit vurulduğu gece, tüm öğrencilerinin pencerelerine bu sözün yazdığı not kâğıtları bırakmıştı.

Parktaki heykeli kaldırılan şairin, kaidesine bıraktığı mermer tozu. Sanki rüzgâr her gece bir avuç toz alıp Karadeniz’e doğru savuruyordu: ‘Taşın bedeni değil, ruhu ölümsüzdür’ diye...

Bir gün, üniformalı Sovyet görevlileri kütüphaneyi bastı. Babası ve Halime de o gün oradalardı. Görevlilerden birisi kitaplığı tararken, gri kapaklı kitabı eline aldı. O an Halime’nin küçücük kalbi duracak gibi oldu. Sert mizaçlı ve asık suratlı adam sayfaları çevirdi, boş kâğıtlara baktı ve farklı bir dilde küfrederek elindeki kitabı rafa doğru fırlattı. Defteri rafa fırlatırken baba içinden, körlüğün zaferi, görmeyi bilenlerin gücünü asla kıramaz dedi. Çünkü zafer, görünmez olmaktı.

Yıllar sonra, kütüphanenin yıkım kararı alındı. Halime, son kez Gri Mürekkep defterini almak için kütüphaneye gitti. Toz kokan koridorda raflar boşaltılırken, genç bir kızın Gri Mürekkep defterini eline alıp sayfaları okşadığını gördü. Kız, parmağıyla satırları takip ederken aniden duraksadı. Gözleri büyüdü ve duraksayarak: “Burda... bir şey var!” dedi.

“Dokunmaya devam et,” dedi Halime, yanına yaklaşarak. “O kabartılar, bize bırakılan kadim mirasımız olan harflerimizdir.” Kız şaşkınlıkla başını kaldırdı: “Siz... Siz Halime Hanım mısınız? Babam Profesör Aytugan’dı. Defterdeki cümlesini tanıdım!” dedi.

Halime, cebinden gri mürekkep şişesini çıkarıp, “Okumak istersen...” dedikten sonra kıza doğru uzattı. Kız, şişeyi titreyen elleriyle aldı. Mürekkebi ilk sayfaya damlattığı an, mürekkep kâğıda değer değmez, soluk harfler bir aydınlanma gibi sayfa yüzeyinde belirdi:

“YENİLMEYEN HER KELİME, ZAFERİN TA KENDİSİDİR.”

“Babanın sözleri,” dedi Halime, “şimdi senin ellerinde yaşıyor.” Kızın gözlerinde bir ırmak doğdu. O an Halime anladı: Asıl zafer, direnişi başkasına aktarabilmekti.

O günden sonra, kentin gençleri arasında gri şişeler dolaşmaya başladı. Kütüphanenin yıkıntıları altında, her gece yeni defterler toprağa gömülüyordu. Zafer, artık ne bir kişinin adıydı ne de bir tarih. Kayıp kelimelerin kimyasal dönüşümüydü: Mürekkep toprağa, toprak tohuma, tohum ise sese dönüşüyordu.

19/09/2025
114