Sevil Eryaşar: Femme Fatale ya da Dönüştüren Kadın Karakterler

Annemin yazlığında, verandadaki salıncakta sallanırken kadın olmanın türlü halleri ve zamanla değişen makbul kadınlık” üzerine düşünüyorum. O anda zihnimde bu başlık tam olarak belirmemiş olsa da etrafında dolanıp durduğum düşünceler kaçınılmaz şekilde annemin telkinlerini de içeriyor. Kadın olmanın bedenle, itaatle, sessizlikle tanımlandığı eski kalıplar aklımdan geçiyor. Bir yandan da Italo Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanını okuyorum.

Günlerdir bir türlü geçemediğim Rüzgârdan ve Baş Dönmesinden Korkmadan adlı bölümü yeniden okumaya başlıyorum. Köprü metaforu, geçiş hali, belirsizlik atmosferi ve karşıt siyasi görüşlerin fonda süzüldüğü bu bölüm, hem düşünsel hem anlatısal olarak çok katmanlı. Ama anlatının merkezinde beni asıl etkileyen köprünün üstünde birden belirip kaybolan Irina Piperin oluyor. Gerçekte var mı, anlatıcının fantezisi mi, yoksa anlatı içindeki dönüşümün kendisi mi?

Irina’nın varlığı çok tanıdık. Hem anlatıcı erkek karaktere karşı feminist bir duruş sergiler hem de onun tarafından saldırgan” olarak tanımlanır. Karanlıktan çıkıp belirsiz bir köprüde beliren bu kadın, anlatı içindeki karakter ve biz okurlar için de tekinsiz ve rahatsız edicidir. Onun varlığında başka edebi eserlerden fırlayıp gelen kadın karakterler bir araya gelmiş gibidir. Maria Puder’in kırılgan zekâsı, Marla Singer’ın kaotik baştan çıkarıcılığı... Edebiyat ve sinemadan aşina olduğumuz tüm femme fatale’ler Irina’nın bakışında birleşiyor.

Bu karakterler aynı anda hem arzunun hem tehdidin nesnesi. Erkek anlatıcının başını döndüren, aklını karıştıran, çoğu zaman çözümleyemediği bu kadınlar tam da bu nedenle unutulamazlar. Irina’yı okurken önce rk Mantolu Madonna’nın entelektüel, mesafeli ama dönüştürücü kadın karakteri Maria Puder’i hatırlıyorum. Ardından da Dövüş Kulübü’nün düzenin dışında yaşayan, ölümün etrafında dolaşan, kaos yaratan Marla Singer’ı gözümün önüne geliyor.

Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı 1943 yılında yayımlanmış. Unutulmaz karakteri Maria Puderi sadece Raif Efendinin arzularının nesnesi olarak okumak eksik olur. O, aynı zamanda şehrin sokaklarında, kafelerinde bedenini ve zihnini dolaştıran flanöz bir figürdür. Kendi isteğiyle yalnızdır. 1920lerin Berlini ve 1930lar Ankarasında egemen erkek bakışına rağmen mekânla, şehirle kurduğu bağı koruyan bir kadındır. Raifin mektuplarına verdiği yanıtlardaki ironik ton ve kadınların o dönemde sahip olması beklenmeyen kültürel birikimi sayesinde dönüştüren bir yan karakter olmaktan öteye geçer, anlatının merkezinde kendine sağlam bir alan kurar. Flanözlüğü onun o döneme değin yaratılan kadın karakterlerin aksine şehirle pasif, romantik bir ilişki kurmaktan öte düşünsel bir yolculuğa çıkmasına sebep olur. Tıpkı Irina gibi Maria da bu yürüyüşlerde biz okurları peşinden sürükler.

Italo Calvinonun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu (1979) romanında Irina Piperin de bu anlatıların arasında kendine kuvvetli bir yer açar. Cinselliğin, merakın, başkaldırının, dönüşümün ve hatta yok oluşun kıyısında bir eşlikçi midir, yoksa anlatıcının hayal bile edemediği bir özgürlüğün habercisi mi?

Chuck Palahniukun vüş Kulübü (1996) romanındaki kadın karakter Marla Singer ise Irina ve Mariadan daha karmaşık, çelişkili ve sarsıcı bir karakterdir. Hem David Fincher’ın filminde hem de romanda Marla, anlatıcının gerçeklikle kurduğu ilişkinin tam ortasında, bir tür aykırı sevgili ve içsel çöküşün tanığı olarak yer alır. Ancak her şeyimizi kaybettiğimizde gerçekten özgür olabiliriz,” der Marla ve erkek karakterimizi kayba, nihilizme ve arzunun kontrolsüz koridorlarına çağırır. Irina gibi o da anlatıcının iç dünyasını kendisinden daha iyi kavrar ve bir tür anne figürü gibi —ya da erkek anlatıcının çocukluğa sığınan kırılganlığıyla— onu dirençle karşılaşmadan yönlendirir ve tekinsiz yollara sokar.

Edebiyatta ve sinemada bizi büyüleyen bu kadınlara anlatı içinde gerçekten yaklaşmamıza çoğunlukla fırsat verilmez. Irina, Maria ve Marla erkek karakterin tekdüze, öngörülebilir hikâyelerinde bir kırılma yaratır ama daha öteye geçemeden kaybolup giderler. Bu kadınların anlatı içinde eksiltilerek, belirsizleştirilerek mit haline getirilmesi, belki erkek yazarların gerçek, arzulayan, düşünen kadını tahayyül etmede geldikleri sınıra dayanıyor. Belki de bu kadınlar sadece anlatıcı erkek karakterlerin değil, erkek yazarların da anlatıdaki iktidarını sarsıp anlatının kontrolünü ele geçirebilecek güçteler ve sınırlanmaları, durdurulmaları gerekiyor.

Irina Piperinin belirmesi gözümüzün alışık olmadığı bir hayaletin, belleğin kıyısında kalmış bir görüntünün geri dönmesi gibi. Rüzgârın ve baş dönmesinin etkisiz kaldığı, köprü gibi simgesel bir geçitte durur, ne tam olarak oraya ait ne de tamamen dışarıda bir figürdür. Calvinonun anlatıcı karakteri onu saldırgan olarak tanımlar, fakat bu saldırganlık itici değil, baştan çıkarıcıdır. Irinanın kısa süreli varlığı yalnızca anlatıcının değil, okur olarak bizim de algımızı sarsar. Okurları da metnin içine çeker. Irinanın çağrısıyla korkunun ve arzunun birbirine karıştığı o köprüde biz de gözümüzü sayfalardan ayırmadan ilerleriz.

Maria Puder de tıpkı Irina gibi Raif Efendinin yaşamında bir dönüm noktasında ortaya çıkar. Hem güçlü hem kırılgan hem talepkâr hem de kendi başına var olabilen bir kadındır. Raifin iç dünyasını altüst ederken, aynı zamanda onu dönüştürür. Maria da anlaşılamayan, ulaşılamayan, tamamlanmadan anlatıdan kaybolan bir karakterdir. Artık Maria Puder yaşamak için kendisine kayıtsız ve şartsız muhtaç olduğum bir insandı,” der Raif. Bu tavrın ardında Marianın dönüştürücü gücü kadar Raifin ona bakarken kendi kırılgan, zayıf yanıyla yüzleşmesi de yatar.

Bu üç karakter de yalnızca femme fatale varyasyonları değil, aynı zamanda dönüşümün, sınırların ve bedenin anlatıdaki temsili. Hepsi anlatının dengesini bozan, onu yeni bir yöne iten eşikler. Üçü de eril anlatıların içinde ortaya çıkmış ve onları kırmış, parçalamış kadınlar. Erkek karakterler onların gölgesinde dönüşüyor, biz okurlar da o dönüşümün geriliminde, çatlağında yerimizi alıyoruz.

Bütün bu karşılaşmalarda kadın karakterin tekinsizliği anlatının ihtiyacı olan oksijeni sağlıyor, baş döndürüyor, durağan yapıyı kırıyor. Irinanın köprüsünden geçerken anlatıcı kontrolü kaybettiğinde hikâye yaşamaya başlar. Maria Puderi kaybettikten sonra Raif Efendinin içinde koca bir sessizlik kalır. Marla Singer’ın yarattığı kaos ise modern bireyin steril, kontrollü dünyasından bizi bilinçdışının uçurumuna bırakır.

Bu kadınlar bunca yıl boyunca tekrar tekrar yazıldıkları hâlde neden her defasında belirsiz bırakıldılar? Annemin salıncağının esintisi saçlarımda gezinirken Calvinonun biz okurlara kurduğu o köprünün üzerinde durup bakıyorum. Bu tekinsiz kadınların daha görünür olmaları için kadraj genişlesin istiyorum. Böylece roman —edebiyat, kurmaca— işlevini yerine getirmiş oluyor, femme fatale karakterler bizde bir yerleri de dönüştürmeyi başarıyor. Ardından bilgisayarımı açıp yazarak düşünmeye koyuluyorum.

30/06/2025
121