Seda Bilger Özdemir: Eşya Eskirken Yüzü...

 

Hadi oğlum Muhsin, kaldı üç yüz altmış gün. Sonra sadece yolcu olarak geleceksin buralara. Her gün üzerine bastığın mozaik taşları, duyduğun martı sesleri, hissettiğin yosun kokusu hepsi bıraktığın gibi yerli yerinde kalacak. Ama sen aynı kişi olmayacaksın. Görevli yeleğin, ceplerinde taşıdığın anahtarlar, kalemler, düdüğün kim bilir evin hangi çekmecesinde kaderine terk edilecek. Yine bir kartın olacak, bu kez yakanda değil elinde taşıyacaksın. Avuç içi kadar kartın geçiş iznini onaylamadıkça, turnikenin çelik kollarını harekete geçiren kısa, mekanik, tiz sesi duyamayacaksın. Bekleme salonunda kapıları açsın diye beklenen değil kapılar açılsın diye bekleyen olacaksın. Bir cam kenarı kestireceksin gözüne, oraya kurulup seyredeceksin boğazın iki yakasını. Güzel havalarda dışarıda oturup izleyeceksin sağı solu. Rüzgârı güvertede, kolundaki saate bakmadan, bir şeylere yetişmeye çalışmadan, sadece yolcu olmanın tadını çıkararak hissedeceksin artık. Belki arada martılara simit de atarsın. Yok, o kadar uzun boylu değil, yemediğini ikindiye saklarsın. Martılarla paylaşmak için simit bile lüks. Emekli olunca daha da kıymetli olur her bir lokma. Aman canım, simit de mi ısmarlayamayacaksın? Kaç yıllık hatırları var. Verirsin arada ziyafet. Ama iyi düşünmeli.

Emekli olunca belinin ağrısı da geçer. Her gün koca kapıları aç kapa, halatları çözmek için eğil kalk, eşek ölüsü rampayı getir götür. Buna bel mi dayanır? Doğru düzgün dinlenmeye vakit de yok. Anca yolcular binip kapıları kapatınca bir süre rahatsın. Eh, beş dakikalık da olsa beylik beyliktir.

Hep aynı terane. Yeni uğurladın koca oğlanı Marmara’nın derin sularına ama gelmeye başladılar bile.

“Affedersiniz. Kabataş’a bir sonraki vapur ne zaman?”

“Yirmi beş dakika sonra.”

“Yirmi beş. Eminsiniz değil mi?”

Fesuphanallah. Bıktın işgüzarların sorularından. Emin misiniz diyor hala. Yıllarını verdin sen bu işe. Neler neler gördün. Sabretmeyi öğrenemedin. Sinirleniyorsun hemen. Ancak fazla terslemek de olmaz. Sık dişini Muhsin, az kaldı, kurtulacaksın.

“Bakın kapının yanında, gişenin üzerinde tabela var. Orada da yazıyor. Okuyuverin bir zahmet.”

“Siz söyleseniz.”

La havle... Gözü mü bozuk, okuması mı yok nedir? Sabır Muhsin sabır.

“Yirmi dört dakika.”

“Teşekkürler. Varmış daha.”

“Otur da bekle şurada. Az sonra dolar buralar, yer bulamazsın, ayakta kalırsın.”

“Tamam oturayım. Sağ olun. Eşyalarımı şu koltuğun üzerine bırakıp kartımı doldurmaya gitsem göz kulak olabilir misiniz? Unuttum doldurmayı. Ya da neyse, inince hallederim. Şimdi tekrar turnikelerden geçmem gerekecek. Uğraştırmayayım sizi de. Teşekkürler.”

Emanetçiye benzer bir halim mi var? İşin yok bir de ıvırına zıvırına bekçilik yapacaksın. Neyse ki vazgeçti. Sen de böyle dik dik bakmaktan vazgeç, hadi. 

Teşekkür ettim ya hala neden garip garip yüzüme bakıyorsun be adam, bir de azarladın zaten? Sevmediğin birine benzettin herhalde. Kötü anılarını mı hatırlattım acaba? İnsan insana benzer tabii ama o kişi ben değilim. Ya da sabah ters tarafından kalktın, onun etkisinde bakışların. O kadar aksi davranmasına karşılık niye teşekkür ettiysem? Belki de ondan bakıyordur. Vapur saatini bilmeyen, panoları okuyamayan, bu kadar terslenmeye rağmen teşekkür eden biri garip gelmiştir. Adam ne bilsin, iş yerinde sigara dumanından lekelenen lensimi temizlerken lavaboya düşürdüğümü. Gözlüğümün de yakın zamanda; yine bir vapur seyahati sırasında, zümrüt yeşili mantosunun yakasında tavus kuşundan bir broş olan, kokona bir teyzenin hürmetli kalçaları altında ezildiğini. Gözümdeki tek lensle eve gideceğim kısmetse. Yanıma yedek lens almayı unutmasaydım mesaiye kalıp yazımı yetiştirecek, yarınımı boşa çıkarıp işten erken ayrılabilecek ve kaç senedir gidemediğim lise arkadaşlarımın “felekten bir gece”sine katılabilecektim. Bu sene de bensiz çalacaklar felekten geceyi. Belki cila kısmına yetişirim.

Unutkanlığım başıma bela. Yedek lens diye telefonuma not alayım en iyisi. Hatta bu şekilde yazmaya uğraşarak gözümü daha da zorlamadan sesli not alayım. Evet sesli not:

“Yedek lens.”

“Efendim çocuğum!”

“Pardon teyzeciğim bana mı dediniz?”

“Ben demedim. Sen bana dedin, ama anlayamadım ne dediğini.”

“Yok teyze, size demedim ben.”

“Dedin kızım. Bak burada benden başka kimse var mı? Yok. Bana dedin işte.”

“Ben unutmayayım diye kendime not...”

“Ne notu? Not filan yazmıyorsun. Elinde ne kalem var ne kâğıt. Böyle not mu yazılır? Çocuk mu kandırıyorsun sen?”

“Olur mu hiç teyzeciğim, estağfurullah.”

“Doğru ya, kaç yaşında kadınım ben. Bak teyze diyorsun, sonra kandırmaya çalışıyorsun. Evdekiler de böyle. Bana çocukmuşum gibi davranıyorlar. Yalnız sokağa çıkma deyip duruyorlar. Çıktım işte, hiçbir şey de olmadı. Şu adam beni geçiriverdi ahtapot gibi kolları olan kapıdan. Zaten bizden bilet de istemiyorlar.”

Ah bu gülümseyişte yıllar önce kaybettiğim anneannemi bulmuş olmasaydım umurum olmayacaktı da. Yaşanmışlığın dingin kabulünden doğan, bir ömrün tortusunu taşıyan o aynı ışıltılı gülüş. Zamanın nazik ve kararlı dokunuşlarıyla şekillenmiş, dudaklarının kenarına yerleşmiş çizgiler. Her biri bir hatıranın, bir kahkahanın, bir gözyaşının izi. Onu hikâyesine terk edip nasıl giderim şimdi?

“Ne sustun! Anladın hatanı öyle ya!”

Ah teyzem keşke öyle olsa.

Şu gelen vapur acaba bizimki mi? Arkasında bir tane daha var sanki. Bizimki o mu yoksa? Kaç dakika kaldı ki? Soramam da artık. Ağzımın payını aldım.

“Benim istikamet Taksim. Sen nereye gidiyorsun teyze?”

“Ben bir yere gitmiyorum. Yeni geldim daha.”

“Bir önceki vapurla mı geldin?”

“Vapurla gelmedim, evden geldim ben. Yeni geldim.”

“Evdekiler biliyor mu burada olduğunu?”

“Evdekiler kim?”

“İşte evdekiler. Hani, yalnız sokağa çıkmanı istemeyenler.”

“Bilmem. Tanımıyorum onları. Annemle babam tanımadığın kimselerle konuşma, sakın yanlarına gitme demişlerdi ama onlar geldi benim yanıma, evime. Sen kimsin? Seni evdekiler mi yolladı?”

Eyvah! Korktuğum gibi galiba. Ah teyzeciğim. Şimdi asla seni burada yalnız bırakamam.

“Deniz sefası demek. Vapur yolculuklarını çok mu seviyorsunuz?”

“Vapurlar...”

“Ne güzel değil mi usul usul gitmek.”

“Vapurlar...”

“Anneannem de trenleri çok severdi. Hep kasabadaki tren garına giderdi.”

“Hııı, ne dedin?”

“Vapurları seviyor musunuz?”

Cevap vermedi. Bir an geçmişe, bir an şimdiye, bir an boşluğa bakan gözlerini Moda İskelesi tabelasına çevirdi. Sustukça sustu.

O kadar tanıdık ki her şey. Anneannem de böyleydi. Sözleri sanki dilinin ucuna geldiğinde silinir gibi aniden susar, gözleri boşluğa kayar, yüzündeki ifade donar kalırdı. İçinden çok şey söylemeye çalışıp hiçbirini dillendiremediği derin bir sessizlik başlardı; dışardan bakıldığında alışılmadık ama onun için tanıdık bir sessizlik. Zihninin, bir tiyatro sahnesinin kadife perdeleri gibi gözlerinin önüne iniverdiği böylesi anlarda, kaybolmuş, yardım bekleyen küçük bir çocuktan hiç farkı kalmazdı. Onu da yalnız bırakamazdık.

Görevliye söylesem? Üfff, gidip yine azar işitmek istemiyorum ya, başka çare mi var?

“Şimdi geliyorum teyzeciğim.”

“Gitme, gitme.”

Ağladı ağlayacak. Mecbur yanına oturdum yeniden.

Anneannemi de tren garında bulurduk hep. “İhsan Amca akide şekeri getirecek,” der dururdu babasını kastederek.

Acaba, sen kimi bekliyorsun teyzeciğim?   

Zihnin neleri tutup neleri unutacağı, neyi nereye ne şekilde saklayacağı belli olmaz. Zaman akar, anılar silikleşir ama işte bazıları sonsuza kadar kalır. O anılara zarar vermeden bir çözüm bulmalıyım. Bana güvenecek mi? İşleri karıştırma ihtimalim de yüksek. Fazla vakit kaybetmemeli. Belki teyzenin çantasında arayabileceğimiz birilerinin telefon numarası vardır. Çantası var mı yanında? Görünürde yok gibi.

“Teyze bak vapur geliyor. Hadi kapıya doğru ilerleyelim. Çantanı da al.”

“Çocuğum ya ben, söylenmeden çantamı almam gerektiğini bilemem. Kurt kocayınca... İşte böyle olur.”

“Hemen kızma teyzeciğim. Sana zahmet olmasın, çantanı taşıyayım diyecektim. Söyletmedin lafımı. Hem çantayı unutmak büyük sıkıntı. İçindekileri bul bulabilirsen; kimliğin, telefonun... Hele yeniden kimlik çıkartmak zor iş. Senin yanında mı kimliğin? Bir kontrol et istersen.”

Ayağa kalkıp kaşe mantosunun siyah beyaz balık sırtı desenlerine uyumlu iri düğmelerini ağır ağır açtı. Yanlamasına takıp boynundan geçirdiği küçük siyah çantası oradaydı. Zamanla incelen, derisi saydamlaşmaya başlayan elleriyle, eski yılların aksine yavaş, dikkatli, incitmekten korkar gibi ürkek hareketlerle çantasının fermuarını bir uçtan diğer uca ilerletti. Eklem yerlerinde sert şişkinlikler belirmiş parmaklarını usulca açılan boşluktan içeri daldırdı. Kısa süren arayışın ardından siyah beyaz, eski bir fotoğraf çıkarıp bana uzattı. Teki bulanık gözlerimin yarım bir gerçeklikte seçebildiği suretler ince bir buğuyla örtülmüş gibiydi. Bana doğru uzatılan geçmişe dair kare, elimdeyken bile mesafeliydi. Buğuyu silip daha net görebilmeyi umut ederek göz kapaklarımı birbirine yaklaştırıp kirpiklerimi perde gibi daralttım.

Yirmili yaşlarının henüz başında, genç bir çift gülümsüyordu fotoğrafta. Yılların derin çizgiler bıraktığı yüzünde zamana direnmiş, bir bahar yaprağı gibi canlı, ışıltıyla parlayan yeşil gözleri tanımam uzun sürmedi. Aynı gözler, bir şeyler söylememi bekler gibi bana bakıyordu.

“Ne güzel fotoğraf. Gözleriniz hiç değişmemiş; aynı etkileyici anlamlı bakışlar. Yanınızdaki yakışıklı beyefendi de eşiniz sanırım.”

Ağır, derin ve içe işleyen bir kabullenmişlikle yüzüme baktı. Bakışlarındaki hüzün, koyu bir gölge gibi hissediliyordu. 

Vapur da iyice yaklaştı.

“Eşya eskirken yüzü...”

Ağırbaşlı bir misafir gibi kıyıya yaklaşan vapur, gövdesiyle iyot kokulu suları usulca yara yara ilerliyordu. Pervanelerin çırpıntısıyla ardında bıraktığı beyaz köpükten ince çizgilerle denizin üzerine imzasını atıyor gibiydi. Martılar etrafında süzülerek selamlıyordu vakur konuğu. Her yeni geliş simit kırıntılarıyla, insan sesleriyle onlar için bir müjdeydi. Sular kıyıya doğru çekilip sonra tekrar vapurun ardına düşüyor, bir uğultu bırakıyordu peşi sıra. İskeleye yaklaştıkça grileşen mavi çalkantılar hem bir kavuşmanın hem de bir ayrılığın kelimelere dökülmemiş şiiri gibiydi. Kendi yankısını dalgalara fısıldayan martılar motor seslerine adeta eşlik ederken yine o yarım kalan cümleyi duydum, belli belirsiz.

“Eşya eskirken yüzü...”

Düğmeleri açık mantosunun iki yakasından tutmuş nahif mırıltılarla cümlesini tamamlamaya çalışıyordu.

“Eşya eskirken yüzü, insan, insan eskirken...”

“Anlayamadım teyzeciğim. Ne dediniz?”

“Eşya eskirken yüzü, insan eskirken içi solarmış.”

Ne anlamlı söz. Cümlenin ağırlığından mı, teyzenin karışan aklından böylesi güzel bir derlemeyi söyleyivermesinin şaşkınlığından mı bilmem tek bir kelime bile cevap veremeden bakıyorum yüzüne.

“Benim de içim soldu. Ama Ahmet Harun beni hep sevdi. Sevdi değil mi?”

Eskisi gibi sıkı kavrayamayan, yılların yorgunluğuyla titreyişine engel olamadığı parmakları arasında tuttuğu fotoğrafı tekrar uzattı. Kemikleri belirgin, bükülmüş sol işaret parmağıyla fotoğrafta mutlulukla sırtını dayayıp, mahcup bir gülümseyişi paylaştığı, özenle şekil verilmiş gür saçlarında briyantin parlaklığı dikkat çeken, üniforması içindeki genç subayın muntazam yüzünü işaret etti.

“Ahmet Harun.”

Demek onu bekliyordun.

İsmi, odanın bir köşesinde uyuyan bebeğin rüyasına değmekten çekinircesine tekrar etti. Her harfi yılların yorgunluğunu taşıyor ve bir o kadar da incelikle dokunuyordu havaya. Konuşmadan ziyade zamana bırakılan bir dua gibiydi. Kıyısında yaşlar biriken gözlerine ne diyeceğimi bilemeden bakarken görevlinin sesiyle irkildim.

“Acele edin hadi, hadi kardeşim. Kapatıyorum kapıları. Vapur kalkıyor, sizi mi bekleyecek!”

Ne aksi adammış, herkese ters davranıyor demek ki! Garezi sadece bana değilmiş. Şimdi yanına gitsem. Azarlayacak kesin. Öyle de olsa teyze için katlanacağım hepsine. Konuşup durumu anlatayım sonrası onun vicdanına kalmış. Teyzenin yanında da konuşamam ki. Ne desem de onu tedirgin etmeden ayrılsam yanından?

“Teyzeciğim bak karşıda, şu kapıların yanında birisi var ya ona bir adres sorup geleceğim.”

“Gitme!”

“Hemen geleceğim. Eşyalarımı burada, senin yanında bırakıyorum. Zaten göreceksin beni. Tam karşında olacağım, el sallayacağım sana. Sen de bana el sallarsın olur mu?”

“Yalnız bırakma beni!”

Türlü çeşit kelime geçse de aklımdan, yan yana getirip doğru cümleyi kuramıyorum bir türlü. Huzursuz etmekten, aklını büsbütün karıştırmaktan korkuyorum.

“Seni yalnız bırakmayacağım söz. Hemen döneceğim yanına.”

Vicdan ile zorunluluk arasında sıkışan acımasız anı bir an önce sonlandırabilmek için hızla görevlinin yanına doğru yürüyorum. Kendi boşluğunda kaybolan bakışları üzerimde. Hissediyorum. Arkamı dönüp el sallıyorum. Verdiğim sözü tutmanın huzuruyla birkaç adım sonra görevlinin yanındaydım işte.

“Kapıyı kapadım artık, boşuna gelme.”

“Acil konuşmamız lazım.”

“Ne acili! Yine vapur saatini mi soracaksın?”

“Hayır, hayır, bir dinlerseniz.”

“Yahu, madem gitmeyecektin ne diye saati sorup durdun o kadar? Bas bas bağırdım, nasıl geciktin?”

“Gecikmedim, bir sonrakini beklemem gerekti. Konuşacağım acil konu da bununla ilgili zaten.”

“Kurtuluş yok, anlaşıldı. Anlat bakalım.”

“Yanlış ifade etmek de istemem ama şurada oturan teyze, sanırım rahatsız. Nasıl desem aklı karışık biraz. Sanki kaybolmuş gibi.”

“Hangi teyze?”

“Bakın bana el sallıyor ya. İşte o.”

Kimden söz ettiğimi anlaması uzun sürmedi. Tarihi iskele binasının bekleme salonunda, adının Sühendan olduğunu yine aynı görevliden öğrendiğim kişiden başka kimse yoktu zira. Sadece adını değil içinden zarafetle geçtiği yıllar boyunca neler yaşadığını da öğrendim. Çocukluğu ve gençliği Moda’daki baba konağında geçmiş gerçek bir İstanbulluymuş Sühendan Harun. Ahmet’i ilk kez bir bahar günü Moda İskelesi’nde görmüş. Üniforması içindeki Teğmen Ahmet Harun iskeledeki tüm bakışların odağıyken o bir çift yeşil göze takılı kalmış. Kim olduklarını bilmeden sadece bir kere daha görebilmek için birbirlerini haftalarca ilk karşılaştıkları gün ve saatte Moda İskelesi’nde hazır beklemişler. Bir bahane bulup konuşmaya başlamaları haftalar sürmüş. Evlilik kararı almaları ise bu sürecin aksine çok hızlı olmuş. Kaderin ne getireceğini bilmeseler bile yan yana yürümek istemişler. Ülkenin doğusundan batısına pek çok şehirde kendilerine bir mazi yaratırken yepyeni kentlerde gelecek hayalleri de tasarlamışlar çekirdek ailelerine. Bir kızları olmuş. Şansıyla gelmiş Handan. Ahmet rütbe almış, önce üst teğmen daha sonra yüzbaşı, binbaşı derken her bir dikişi ailecek verdikleri emek ve fedakârlıkla dikilmiş albay üniformasını giymiş. Aldığı madalyalara, yıllar içinde değişen rütbelerine ve saçlarına dolan gri kırçıllara rağmen Sühendan için hep o Moda İskelesi’nde gördüğü yakışıklı teğmenmiş. Acısına dayanamayacağını düşündüğü için ondan önce ölmeyi isteyecek kadar çok sevmiş Ahmet’i, hep öyle dua etmiş. Ama dualarıyla kaderi iknada başarılı olamamış. Ahmet’in ölümü mücadele etmekte olduğu hastalığını beklenenden çok daha hızlı ilerletmiş; isimleri, yüzleri, anıları yine aynı tez canlılıkla silmiş. Aynadaki suretine bile yabancılaşmışken zihni, zamandan kopmuş bir saatin sarkacı gibi hep aynı anın içinde, aynı mekânda salınmış; Moda İskelesi’nde. Geçmişini sanki buğulu bir camın ardına bırakmış ve camın üzerine özenerek yazdığı isim, berrak kalan tek şeymiş; Ahmet Harun. İlk günkü gibi hiç eskimeyen bir sabırla, bulduğu her fırsatta bu mekânda onu beklemiş. Bugün de burada olma sebebi buymuş.

“İşte Sühendan Hanım’ın hikâyesi böyle. Kızı, torunu ya da damadı gelip onu buradan götürene kadar oturur bekler. Evdekiler de bilir onu nerede bulacaklarını. Eli kulağındadır gelirler. Demek sen onu yalnız bırakmamak için gitmedin? Bir dahaki vapura bin git sen kızım. Sühendan Hanım burada emin ellerde merak etme.”

Peki, kelimesi bile çıkamıyor ağzımdan, başımla onaylıyorum emektar görevliyi. Dinlediklerim o kadar etkiledi ki beni. Böylesi bir aşk sadece filmlerde olur ve o da kurgudur sanırken... Demek hayatta var böyle örnek ilişkiler. Hala bir umut var “gerçek hikâyeden uyarlanmıştır” açıklamasıyla gösterime girecek bir aşk filminin baş rolü olabilmeye.

Demek ki!

Sühendan Hanım’dan ve onun kalbine mühürlediği aşkından o kadar etkilenmişim ki şu an, tek lensime rağmen, karşımda Ahmet Harun’u görüyorum sanki. Kalemle çizilmiş gibi belirgin kemikli yüz hatları, özenle şekil verilmiş gür, siyah saçları, koyu bir gece gibi derin, anlam dolu bakışları, tüm yüzünü aydınlatan göz alıcı gülümseyişiyle karşımda duruyor işte. Bu, beynimin bana oynadığı oyundan başka bir şey değil. İşte, düpedüz beynim ve eşlikçisi tek lensli gözüm oyun oynuyor bana. Günlerdir bitirmeye çalıştığım işler nedeniyle kaldığım fazla mesailerin yorgunluklarını da ekle üstüne. Al sana nur topu gibi halüsinasyon. Hayal de olsa doyasıya bakayım Ahmet Harun’a. Sühendan Teyze her şeyi unutup Ahmet Bey’i unutmamakta, unutamamakta haklıymış. İnsanlara ak sakallı dede görünür bana yakışıklı Ahmet Harun. Şansım nihayet dönüyor sanırım. Görünmekle kalmayıp giderek yaklaşıyor. Yaklaştıkça netleşiyor. Yakından daha da güzel. Şu anda benim korkmam, ne bileyim en azından tedirgin olmam gerekmiyor mu? Bir hayale bakıyorum hayran hayran ve hiç kaybolsun istemiyorum.

“Ahmet! Geldin sonunda. Bugün çok beklettin beni ama. Az sonra gitmem gerek. Babam dönmeden evde olmalıyım.” diyor Sühendan Hanım tedirginlikle.

Aynı anda aynı hayali görebilir mi iki kişi? Gerçekten böyle bir şey mümkün olabilir mi? Mantığım “hayır” diyor kalbimse çoktan “evet” dedi bile. Şu an başka bir açıklama gelmiyor aklıma. Belki Sühendan Teyze’yle hayal güçlerimiz kesişti bir yerde, bir anlığına birbirimizin dünyasına sızıverdik. Belki de bazı hayaller inanmaya cesaret edebilenler içindir. Kim bilir. Kendimi cesaretimden dolayı takdir ediyorum.

“Harun. Gel oğlum. Merak etme anneannen yine burada. Her zamanki yerinde.”

Görevlinin sesi tarihi iskele binasının taş duvarlarına çarptı, kırıldı, tüm harfler imamesi kopmuş tespih taneleri gibi dağıldı dört bir yana.

Ne?! Bir dakika. Nefes al. Derin derin nefes al.

Kafamda kurduğum yetmiyor gibi kulaklarım da mı yanlış duyuyor?..

Nefes almaya devam et...

Şimdi gözümü kapayacağım açtığımda her şey normale dönecek, Ahmet Harun da geldiği yere, hayaller alemine geri dönmüş olacak. Kapadım gözlerimi, üçe kadar sayıp açacağım;1,2,3.

Hala burada. Karşımda duruyor işte. Hayır... Bu... Bu gerçek olamaz. Ama bir hayalin bu kadar net olmasına da imkân yok. Aklım şüpheyle geri çekilse de kalbim inatla ileri atılmak istiyor. Kalbim... Bu nasıl çırpınış böyle? Sanki kanatları varmış gibi.

Gördüğümün gerçekliğine tutunmak, emin olmak için ona dokunmak istiyorum. Ellerim titriyor, bacaklarım da. Konuşsam sesim de titreyip çıkamayacak sanki. Neler oluyor bana böyle? Nedir bu duygu seli içindeki savrulmuşluğum? Kalbim ilk kez bu kadar yüksek sesle “yaşıyorum” diye bağırıyor. Hala emin olamıyorum, böyle bir benzerlik olabilir mi diye. 

Görevlinin sesi tarihi iskele binasının taş duvarlarına bir kez daha çarpıyor;

“Demedim mi eli kulağındadır gelirler Sühendan Hanım’ı almaya!”

05/12/2025
137