Pelin Erkan: The White Lotus Üçüncü Sezon - Çözüm Beklemeyin, Hayat Böyle

Üç sezon boyunca lüks otellerin parıltılı camlarının ardından bakarak bizi tedirgin edici bir ahlaki panoramaya maruz bırakan The White Lotus, bu kez rotasını Tayland’a çevirdi. Tropikal doğanın kalbinde, “kendini bulmaya” çalışan Batılıların yolculuğu, yine ironili, yine yer yer rahatsız edici, ama bir o kadar da sürükleyici bir anlatıyla karşımızda.

Bu sezon diğer sezonlara göre daha yavaş ve ironi seviyesi daha düşük olsa da gerilimi, tekinsizlik hissini ve huzursuzluğu hiç elden bırakmadığını söyleyebilirim. Dizinin başarısı ise, rahatsız ediciliğin dozunu fazlasıyla kontrollü bir şekilde verebilmesi. Tayland’ın egzotik atmosferiyle tezat oluşturan içsel karanlık, izleyicinin her sahnede huzursuz hissetmesini sağlıyor. Yine de bazı sahnelerin çok uzun olması ritmi biraz düşürüyor.

 

Tayland: Güzelliğin Maskesi

Bu sezonun mekânı olan Tayland, dizinin önceki sezonlardaki gibi sadece “arka plan dekoru” değil. Tayland bu kez, anlatının içine entegre oluyor. Görsel olarak büyüleyici, ama bir o kadar da iki yüzlü bir alan: bir yanda turizm ve “ruhani uyanış” pazarı, diğer yanda bu endüstriden beslenen Batılıların anlamsız kaçışları.

Dizinin yaratıcısı Mike White, Tayland’ı hem bir cennet hem de bir yüzleşme alanı olarak kullanıyor. Karakterlerimiz bu kez içsel boşluklarını yoga seansları, enerji detoksları ve “Budizm çakraları”yla doldurmaya çalışıyor.

 

Yeni Karakterler, Yeni Kaoslar

Koh Samui adasında geçen sezonda, yeni oyuncu kadrosunun yanı sıra tanıdık yüzler de var. Özellikle spa müdürü Belinda (Natasha Rothwell) ve Tanya McQuoid’in eşi Greg (Jon Gries), sezonun önemli gerilim unsurlarından. Tanya’nın ölümünün ardından Greg’in hikâyesi merak konusu olurken, Belinda’nın dönüşü ilk sezondan kalan sorulara kapanış getirebilir mi diye düşündürüyor.

Jennifer Coolidge’siz The White Lotus düşünülemez diyenlerdenseniz üzülmeyin; bu sezonun karakterleri de oldukça ilginç. Dizinin yemyeşil Tayland manzaraları huzur vadediyor gibi görünse de jenerik müziği ve görsellerindeki sürünen yılanlar, ağaçların arasındaki tekinsiz maymunlar bunu yalanlıyor.

Sezonun unutulmaz karakterlerinden favorim, North Carolina’lı Ratliff ailesinin dominant annesi Victoria Ratliff. Parker Posey’nin hayat verdiği bu karakter adeta parlıyor. Dizinin hayranlarının sıkça tekrar ettiği sözleri arasında, “Where is my Lorepazem?” ve “I don’t want to take a test. Is it complicated?” sözleri beni halen gülümsetiyor.

Ratliff ailesi, The White Lotus’un üçüncü sezonunda çöküş temasının en güçlü yansıması. Dışarıdan bakıldığında gayet çağdaş, bilinçli ve düzgün bir aile gibi görünüyorlar. Ama kamera biraz yaklaştığında, bu “örnek” aile portresinin altında çürümüş bağlar, bastırılmış arzular ve görünmeyen öfke patlamaları yatıyor.

Ailenin reisi Timothy, yüzeyde sevecen bir baba figürü gibi sunulsa da aslında tüm üyeler üzerinde derin bir baskı kuruyor. İşlerinin bozulmasını ailesinden saklıyor ve psikolojisi yerle bir olduğundan karısının uyuşturucu ilaçlarını gizli gizli içiyor. Anne karakteri (Victoria Ratliff) ise başka bir uçta duruyor: gözleri yarı açık gibi sürekli kısık, uyuşturucu ilaçlar ile ayakta durmaya çalışan ve zenginliğin bir ayrıcalıktan çok başkalarını gölgede bırakma sanatı olduğunu bize hatırlatan bir figür. Büyük oğul ise etrafa “başarılı” imajı çizmeye çalışsa da aslında kendini hiç tanımamış, gelişimini henüz tamamlayamamış, duyguları ile bağ kurmayan steril bir genç adam. Ergenlikten yeni çıkmış bir kız kardeş (tezi için Budist tapınağına ziyaret etmeyi istediğinden onun ısrarı ile Tayland’a gelindiğini anlıyoruz) ve pasif, herkesi memnun etmeye çalışan, sessiz ve cinsel yönelimlerini çözmeye çalışan ergen bir erkek kardeş de cabası.

Sezon boyunca belki de en çok iz bırakan hikâye Rick ve Chelsea’ye ait. Başlangıçta izleyiciyi rahatsız eden, ne olduğunu tam olarak çözemediğimiz bu ilişki, zamanla derinleşiyor ve seyirciyi şu zor soruyla baş başa bırakıyor: Aşk, karanlığın tam ortasında da filizlenebilir mi?

Rick’in tüm hayatını bir fikre, neredeyse bir takıntıya adamış olması, başlı başına trajik. Ancak işin içine Chelsea girince, bu saplantı yalnızca Rick’in değil, onların ortak hikâyesinin de sonunu getiriyor. Adeta Shakespeare tragedyalarını andıran bir sonla bizi baş başa bırakıyor.  Kimi sahnelerde kaderin oyununu izlemekten kaçamıyoruz ve Chelsea’nın akşam yemeği sahnesi gözlerimizde canlanıyor: “Amor Fati” konuşmasını içimiz burkularak bir kez daha hatırlıyoruz.

Ratliff ailesi ve Rick-Chelsea hikâyesi, The White Lotus’un bu sezonki derinlik arayışının iki uç noktası. Biri, bireysel bir saplantının trajik sonucunu gösterirken, diğeri aile kavramının modern toplumda ne kadar kırılgan ve sahte olabileceğini gözler önüne seriyor.

The White Lotus üçüncü sezonunda diğer önemli karakterlerimiz bir arkadaş üçlüsü olarak önümüze çıkıyor, ikiliden daha az talepkâr ve dörtlü gibi kolayca bölünemez! Kate, Jaclyn ve Laurie’nin arkadaşlığı, yüzeydeki güçlü bağların ardında saklı kalan kırılganlıkları ve kıskançlıkları gözler önüne seriyor. Üç kadın, çocukluklarından beri yakın olsalar da aralarındaki dinamikler oldukça karmaşık ve zaman zaman dengeler bozuluyor. Bu üçlü, pek çok izleyicinin hayatında deneyimlediği arkadaşlık üçlülerinin gerçekçi ve rahatsız edici yönlerini yansıtıyor: Kimi zaman dışlayıcılık, gizli rekabet ve samimiyetin yerini alan yüzeysellik... Jaclyn, televizyon dünyasının yıldızı olarak grup içinde kendine belirgin bir statü edinirken, Kate ve Jaclyn arasındaki entelektüel ve kariyer benzerliği Laurie’nin kendini hep bir adım geride hissetmesine yol açıyor. Özellikle Jaclyn’in tatil masraflarını üstlenmesi, aralarındaki güç dengesini daha da belirginleştiriyor ve Laurie üzerinde gizli bir kontrol hissi yaratıyor.

Dizinin en başarılı yönlerinden biri de burada ortaya çıkıyor: Karakterlerle empati kurmuyoruz, onlara bakıyor, şaşırıyor, bazen gülüyor, bazen tiksiniyoruz; ama hep düşündürüyorlar.

 

Arka Plan: Otel Çalışanlarının Gölgesindeki Gerçeklik

Mike White bu kez kamerasını (diğer sezonlara göre daha fazla) otel personeline çeviriyor. Otelin Taylandlı personeli sadece fon değil, bu sezon daha görünür. Servis yaparken dinledikleri diyaloglardan, kendi hayatlarına sızan Batı etkisine kadar pek çok katman var. Bu anlamda belki de dizinin en politik sezonu bu.,

 

 

 

Final ve Hissettirdikleri

Spoiler vermeden söyleyeyim: Final, klasik bir kapanış değil. Aslında bu sezon, bir olaydan çok bir ruh haline odaklanıyor. Tüm sezon boyunca karakterlerin dönüşmesini bekliyoruz ama gerçek şu ki... büyük oranda dönüşmüyorlar. Belki de dizinin en sert gerçeği budur: para, kültürleri tüketebilir ama karakterleri değiştiremez.

Sezonun ilk bölümlerinde Budist rahibin sözleri bir uyarı gibi miydi diye düşünüyorum: “Çözüm beklemeyin. Hayat böyle.”

Son bölümde, kanlı kader öncesi, “Amor Fati” yeni bir günle başlıyor. Misafirlerin -hanımlar, Ratliff'ler, Belinda ve oğlu ile Chelsea ve Rick- bu sağlık ve zindelik inzivasında geçirecekleri son dolu gün. Ve manastırdaki rahibin sabah seansında söylediği gibi: “Bazen sinirli bir kaygıyla uyanırız.”

20/06/2025
68