
Pelin Erkan: Öldürdüğün Şeyler - Geçmişin Zincirlerinden Kurtulabilir Miyiz?
Kanada’da yaşayan İranlı Alireza Khatami’nin yazıp yönettiği The Things You Kill (Öldürdüğün Şeyler), bu yılki Sundance Film Festivali’nin Dünya Sineması Dramatik Yarışması’nda En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazanarak dikkatleri üzerine çekti. Öldürdüğün Şeyler, Ekin Koç, Hazar Ergüçlü, Erkan Kolçak Köstendil ve Ercan Kesal gibi Türkiye’nin önde gelen oyuncularından oluşan kadrosuyla Türkiye prömiyerini 44. İstanbul Film Festivali'nde yaptı.
Yönetmen, filmi başlangıçta İran’da çekmeyi planlıyor ancak ülkesindeki yasaklar nedeniyle objektifini Türkiye’ye çeviriyor. İran’da geçmesi tasarlanan bu hikâye, Türkiye’de de oldukça rahat bir şekilde hayat buluyor. Metaforik anlatımı ve düşündürücü, eleştirel bakış açısıyla dikkat çeken film, son derece güçlü oyunculuklarıyla da öne çıkıyor. Oyunculuklar dışında filmde kullanılan görsel dil de bizi etkiliyor. Geniş bozkır manzaraları, uzun sessizlikler, derme çatma evler ve özellikle ilk yarıdaki soluk renkler, kalbimde ayrı bir yeri olan İran sinemasının rüzgarını getiriyor. Pencerelerden ve kapılardan çekilen sahneler arada kalmışlık, yalnızlık ve uzaklaşmayı güçlü bir şekilde hissettiriyor.
Film, hasta annesinin şüpheli ölümüyle sarsılan Ali’nin (Ekin Koç) hikâyesini merkezine alıyor gibi görünse de aslında geçmişin travmaları ile yüzleşme, aile ilişkileri, baba-oğul çatışması ve erkeklik, ataerkil düzen, kadınların taşıdığı sessiz ama ağır yükler ile bezeli bir yüzleşme ve dönüşme hikâyesi.
Alireza Khatami’nin The Things You Kill / Öldürdüğün Şeyler filmi, bir rüyanın ya da karabasanın içinden sızan bir cümleyle başlıyor ve yine o cümleyle sona eriyor: “Işığı öldür.” Tekrar eden bu replik, yalnızca bir anlatı kapısı değil; aynı zamanda ana karakter Ali’nin zihinsel çözülüşünün ve hayatının raydan çıkışının habercisi gibi.
Ali’nin üniversitedeki edebiyat dersinde yaptığı bir etimoloji tartışması; “tercüme”nin bir şeyi bir yerden başka bir yere taşıma anlamına gelmesi, Arapça’da da bir anlamıyla “yıkım” kavramı ile eşleşmesi, filmin alt metnini usulca örüyor: Bu, yalnızca bir adamın evine, ülkesine ya da geçmişine dönüşü değil; aynı zamanda iç dünyasında başlayan bir dağılmanın, kendi benliğini yeniden kurmaya çalışmanın hikâyesidir.
Amerika’da geçen yıllarının ardından Türkiye’ye dönen Ali Özdilek (Ekin Koç), artık tanımakta zorlandığı bir hayatın içinde sıkışmıştır. Üniversite’de yarı zamanlı edebiyat ders vermekte, yaşlı ve neredeyse yatalak annesiyle ilgilenirken, onu küçümsemekten hiç vazgeçmeyen otoriter babası (Ercan Kesal) ile de de sorunlar yaşamaktadır. Genç eşi veteriner Hazar’la (Hazar Ergüçlü) olan ilişkisi ise dışarıdan bakıldığında pürüzsüz görünse de, içten içe çatlamaktadır. Annesine karşı ilgisiz ve kaba olan babası ile sürekli çatışmalar yaşayan Ali, sperm sayısının düşük ve hareketliliğinin yetersiz olduğunu öğrenince erkekliğini de sorgulamaya başlar. Çocuk isteyen eşi Hazar’a gerçeği söyleyemez; sessizliği giderek artar, çorak aile bahçesinde daha çok zaman geçirmeye başlar adeta oraya sığınır. Bir gün, elinde yalnızca boş bir su şişesiyle bahçeye gelen Reza’yı yanına alır. Ne garip, Ali kimseye açamadığı iç dünyasını bu yabancıya anlatmaya başlar.
Filmin ilk yarısında, gerek aile içindeki konuşmalarında, gerek eşi ile birlikteyken, hatta okulda ders verirken bastırılmış öfkesi içinde sıkışıp kalmış, sorumluluk almaktan çekinen, ablalarının suçlamalarına, “sen burada yoktun” değindirmelerine sessiz kalan bir Ali iziyoruz. İlk yarı Ali’nin ve belki de filmdeki çoğu karakterin yalnızlıklarına eşlik eder gibi solgun renk paletleri ve geniş bozkırlarda yavaş yavaş akıyor.
Annesinin evde düşerek ölmesi Ali ve kız kardeşlerini derin bir üzüntüye boğarken, karısını yüzükoyun yerde ölü bulan Hamit'in soğukkanlılığı oldukça tuhaf ve dikkat çekicidir. Otopsi raporunda annesinin başının arkasından darbe aldığını öğrenen Ali, babasından şüphe etmeye başlar. Kız kardeşlerinden annesinin geçmişte şiddet gördüğünü öğrenir ve bu da yetmezmiş gibi uzun zamandır dul bir kadın ile gizli ilişki yaşadığını fark edince şüpheleri iyice artar. Gizemli bahçıvanıyla birlikte planladığı intikam, kişisel bir hesaplaşmadan çıkıp gerçek ile hayalin iç içe geçtiği bir kâbusa dönüşür.
Filmin ikinci yarısı, anlatının seyrinde keskin bir kırılma yaratıyor. Reza’nın (Erkan Kolçak Köstendil) sahneye çıkışıyla birlikte öykü, bastırılmış duyguların tetiklediği bir intikam anlatısına dönüşüyor. Ali’nin içsel dengesi bozuldukça film de biçim değiştiriyor; rasyonel dünya çözülüyor, onun yerine düşle kâbus arasında salınan tekinsiz bir atmosfer beliriyor. Bu evrede karşımıza çıkan Ali artık daha cesur, daha kararlı ve sessizliğini yırtmaya hazır. Görüntülerin yer yer berraklaşıp sonra yeniden bulanıklaşması, bu zihinsel ve duygusal dönüşümün görsel bir yankısı olarak karşımıza çıkıyor.
Metaforik dili ve eleştirel bakışıyla izleyicisini düşünsel bir yolculuğa davet eden, oyunculuk açısından son derece etkileyici bir yapım olmasına rağmen “Öldürdüğün Şeyler” yan karakterlerin derinliği ve hikayeyi ne şekilde etkilediklerini izleyiciye göstermesi bakımından zayıf kalıyor. Özellikle kız kardeşler, hikâyenin dokusuna tam anlamıyla işleyememiş; silik ve yarım kalmış hissi uyandırıyor. Ali ve Hazar’ın ilişkisine dair daha fazla katman görmek, aralarındaki sessizliğin, bastırılmış tutkunun, yılgınlığın ya da mesafenin hangisinin ağır bastığını daha derinden anlamak istiyoruz. Ucu açık bırakılan final, anlatıya bilinçli bir belirsizlik kazandırsa da, bazı önemli geçişlerin yeterince temellendirilmemiş oluşu, filmin inşa ettiği güçlü yapıyı yer yer sekteye uğratıyor.
Atmosferi, tematik cesareti ve oyunculuk gücüyle etkileyici bir yapım olsa da bu boşluklar izleyicide “potansiyeli tam olarak realize olmamış” bir film hissi yaratıyor, tüh diyorsunuz neredeyse unutulmaz bir sinema deneyimi yaşayabilirdim...
Mayıs 2025