
Metin Çalışkan: Kaptan Kurmaca - Unutma Beni Çiçeği
Kaptan'dan selamlar...
Nitelik dışında yazıyla, okuduklarımızla, yazdıklarımızla, izlediklerimizle bağ kurduğumuz bir alan da hatıralarla ilişkimizdir. Hatta bu ilişki kimi zaman nitekli bir şeyler okumaktan, yazmaktan ağır basabilir. Kimi zamansa, nitelikli bir eser hafızamızdan kalbimize uzanan yolu şenlendiren bir yerlere denk düşebilir. Ne harika değil mi?
Sıtkı Nadir tarafından bana ulaştırılan ve bizzat benden ödünç aldığı metni görünce ilk aklıma gelenler bunlar oldu.
Hatırlamanın kıymeti unutmaktan üstün müdür?
Veya tam tersi midir?
Ben ilk taraftayım; ölçülü olmak kaydıyla. Yoksa nostalji hapishanesine düşmek, bugün nedir unutmak da mümkün.
*
Unutuluş Bayramları
Sıtkı Nadir
Ön bahçeden esen rüzgâr, çürümüş erik ağacının eksikli gölgesini sıyırıp geçti. Mavi demir parmaklıklı pencerenin tülünü uçuşturdu.
“Başbakan Nusret Yakın bu sabah katıldığı bayram töreninin ardından önemli açıklamalarda bulundu.”
Refik Bey titreyen, lekeli elleriyle tülü hafifçe araladı. Park etmek üzere olan arabayı gördü.
“Bizler daima ülke gidişatının selameti için ne gerekiyorsa onu unuttuk, unutturduk. Bu bayramın da milletimiz için hayırlara vesile olmasını ümit ediyoruz.”
Refik Bey televizyonu kapattı.
“Geldiler,” diye seslendi.
Nurten Hanım tezgâhtan aldığı tencereyi ocağa koydu, yemenisini düzeltti, tüylü terlikleriyle şıp şıp yürüdü. Kapının yanındaki iki koliyi kenara itti. Otomatiğe bastı, bekledi. Göğüs kafesinden kırlangıçlar kanatlandı.
Ağır demir kapının sesi işitildi.
“Babaanneee.”
“Ah kuzucuğum da gelmiş, gir içeri gir. Terlik çıkar oradan.”
“Halam nerede, halama geldim ben,” dedi Can elleri ceplerinde.
“Merhaba anne. Hadi Can, sen git de dedene bir bak.”
“Kızım hoş gelmişsiniz.”
“Hoş bulduk anne, nasılsınız?”
“İyiyiz iyi çok şükür.”
Nurten Hanım apartmana doğru bakındı.
“Rıza yok mu?”
Ayla sigara içer gibi parmaklarını dudaklarına götürdü.
Nurten Hanım kapıyı örttü.
Eller öpüldü, kolonyalar, çikolatalar tutuldu. Aralara uzun sessizlikler serpiştirilerek günlük konuşmaların tozu alındı. Akan mesafeler durulur gibi oldu.
Zil sesi...
Ayla kalkıp kapıyı açtı. Rıza eşikten geçti, terliklerini giydi, salona yürüdü. Babasının elini öptü. Annesine sarıldı. Yemek masasının yanındaki sandalyeye oturdu.
Tozu henüz alınmış günlük konuşmalara dönüldü.
“Yemek yersiniz değil mi?”
“Boş ver anne, zahmet etme hiç.”
“Ne zahmeti oğlum, hazır zaten. Nohut yaptım mis gibi, pilav da var yanına.”
“Biz çıkmadan yemiştik.”
Nurten Hanım uzaklara dalar gibi oldu, kısa zamanda kendine geldi.
“Can yer belki? Yer misin kuzum?”
“O da tok babannesi,” dedi Ayla.
“Az koyarım. Bayramdan bayrama gelebiliyorsunuz zaten.”
Can, halasının odasına koşarken Nurten Hanım’la Ayla mutfağa girdi.
“Anne ne yapacağız?” diye sordu Ayla çatal kaşık çıkarırken.
“Bilmiyorum kızım, beni dinlemiyor. Unutacağız diyor da başka laf demiyor.”
“Olur mu öyle şey?”
“Öyle kızı yokmuş artık. Bir de ne dedi biliyor musun? Kim Sude’yi unutmazsa onun yüzüne bakmayacakmış.”
“Bence haksızlık ediyor.”
“İnat inat, kızım nerededir, ne yapıyordur sormuyor da…”
“Nasıl bu hale geldiler anlamadım?”
“Dernek yüzünden, Sude oraya gider gelir olduktan sonra…”
“Köşedeki dernek mi?”
Nurten Hanım yemenisinin ucuyla gözlerini sildi. Sude karşısındaydı şimdi, ince, beyaz eliyle tahta kaşığı tutuyor, yemeği karıştırıyordu.
“Ciltsiz Kitaplar Derneği mi? Evet gidiyorum. Ama kötü bir şey yapmıyoruz ki sadece bir şeyler okuyoruz. Hem ne olur babamdan izin alsan?”
“Ben karışamam kızım.”
“Nurten Sultan sen halledersin, hadi n’olur, n’olur!”
Baktı olacak gibi değil, annesini gıdıklamaya başladı. Nurten Hanım kahkahalarının arasında konuşmaya çalışıyordu. Neredeyse katılacaktı.
“Anne iyi misin?”
Ayla tencereyi karıştırmayı bırakmış Nurten Hanım’ın koluna girmişti.
“İyiyim, iyiyim,” diyerek mutfak masasının yanındaki sandalyeye çöktü ihtiyar kadın.
Yemek hazırlanırken Rıza gazetelerle oyalanıyordu. Yarım kalan bir çengel bulmacayı bitirmeye uğraştı. Olmadı, gazeteyi katlayıp yemek masasına bıraktı. Kısa bir an mavi demir parmaklıkların arkasındaki bahçeye, çürümüş erik ağacına baktı. Bakışlarını bahçeden kurtarabildiğinde uzaktan kumandayı aldı.
Ekrandaki insanlar büyük bir ateşin etrafında dönüp alkış tutuyordu. Rıza kanalı değiştirdi. Tüylü, siyah elbisesiyle bir kadın şarkı söylüyordu.
“Unutursun için yana yana...”
Kanalı değiştirdi, başbakanın bayram ziyaretleri devam ediyordu. Gelecek bayramda kimlerin, nelerin unutulacağının planı çoktan yapılmıştı.
Kanalı değiştirmeye yeltendi.
“Bırak şu televizyonu artık, bir halt yok,” diye gürledi Refik Bey.
Rıza kumandayı bıraktı.
“Nasıl gidiyor şu senin işler?”
“İdare ediyoruz. Turnemiz var haftaya.”
“İyi kazanıyor musun bari?”
“Yetiyor baba bir şekilde.”
“Biz de çok giderdik tiyatroya şebekeden arkadaşlarla. Latif vardı benim çırak, rahmetli oldu. O bayılırdı tiyatroculara. Birkaç ahbabı da vardı hatta. Refik Abi amma soytarılık ha derdi gülerek.”
“Allah rahmet eylesin.”
“Bir gün geldi ünlü bir soytarının ismini dedi, ölmüştü. İsmi de yitti gitti çoktan, peh bayrama gerek olmadan üstelik.”
“Ben bir Can’a bakayım”
Rıza kalkarken babası arkasından seslendi.
“Bari bu defa söz dinle Rıza.”
Can, odanın ortasına oturmuş, parmaklarının arasındaki kurumuş erik çekirdekleriyle baklava desenli halının üzerine yeni yollar çiziyordu.
Rıza, kız kardeşinin odasına adım attığı an çıplak duvarlardan gelen soğuğu hissetti. Eşyaların ve insanların arkalarında bıraktıkları boşluğu garipsedi. Tek kişilik yatağı, yatağın yanındaki sehpayı, sehpanın üzerindeki çatlamış sürahiyi, çalışma masasını, balkon duvarına dayalı kitaplığı, kitaplıktaki Hatırlamanın Gizli Tarihi, Hatırlamak: Başkalarını Var Etme Biçimi, Anılarla Direnmek kitaplarını anımsadı. Kız kardeşiyse, odaya hapsedilmiş bir hayalet biçiminde belirdi zihninde.
“Yemek hazır,” diyen Ayla odanın girişindeydi.
Can, çekirdekleri cebine atıp doğruca sofraya koştu. Bir süre bazısı iyi pişmiş bazısı henüz tam pişmemiş, aynı tencereyi paylaşmış ama nihayetinde dağılmış nohut tanelerini seyretti. Bir bardak suyu bitirip yemeğe oturdu. Halasının yaptığı gibi etleri kenara ayırdı.
“Hadi kutuyu getirin artık.”
“Baba yapma lütfen, pişman oluruz.”
“Neden pişman olalım? Bizi unutanı unutuyoruz diye mi?”
“Refik Bey, Refik Bey bari bizi zorlama.”
“Herkes unutacak ya onu ya beni.”
“Baba, Sude’nin ne günahı var?”
“Ben ona gitme artık şu derneğe dedim, şu kitapları bırak dedim, günahtır dedim dinletemedim. Hadi hepsini geçtim oradaki çocukla da gezer olmuş.”
“Ne var bunda baba?”
“Ne mi var, abi olacaksın bir de. Bin defa anlattım onların inancı farklıdır. Onlar unutmaya değil hatırlamaya iman ederler. Nereden geldilerse mahalleye!”
“Barınamadılar zaten bey.”
“Barınamadılar ama senin kızının da başını yediler. Bir dediğimi iki etmeyen kız babasını, atasını tanımaz oldu. Hiçbir şey unutturamaz hale geldik. Yazık! Yazık! Getirin artık şu kutuyu.”
Nurten Hanım yüreğindeki gölgeli öfkeden diline gelenleri tuttu, kalkıp Geyikli Kutu’yu getirdi. Refik Bey ahşap kapağı açtı. Fısıldadı.
“Karlı bir gece eve geç dönmüşüm. Hanım, oğlan uyumuş. Kapıyı açtım, içeri girdim. Baktım, Sude salonun ortasında. Bağırdım çağırdım. Ağlamaklı oldu. Henüz sekiz-dokuz yaşında. Önünde bizim alet çantası. Bir kontrol kalemi çıkardı. ‘Baba odamın ışığı bozulmuş, tamir edelim mi,’ dedi. Gittik ışığı hallettik. Bir şeyi de yoktu zaten. Ampul gevşemiş. İki dakikada tamam ettim, ışığı yaktım. ‘Ben de elektrikçi olacam,’ diye tutturdu Sude. O gece sabaha kadar uyutmadı beni. Evde çalışan çalışmayan ne varsa tamir etmeye kalkıştı.”
Refik Bey Geyikli Kutu’yu Nurten Hanım’a uzattı. Nurten Hanım Ayla’yı işaret etti.
“Çay bahçesinde buluşmuştuk. Ben her zamanki şeylerden bahsediyordum. Rıza’nın oyunculuk takıntısından, borçlardan, Can’ın giderek babasına benzeyeceği korkumdan. Sude sanki beni dinlemiyordu. Denizin üzerinde uçan kuşlara, az ötemizde oynayan çocuklara bakıyordu gülümseyerek. Ceketinin cebinden ciltsiz bir kitap çıkarıp bana uzattı. Unutma Ağrısı’ydı adı. Kıpkırmızı kesildim. Almadım, ‘Rıza’ya açıklayamam,’ dedim. Önemsemedi. Sonra, ‘galiba âşık oldum Ayla Abla,’ dedi. Bakışlarım yerdeydi. ‘Kime,’ diye sordum. Dernekte kitapların kayıtlarını tutan çocukmuş. Sude’yi hiç öyle mutlu görmemiştim.”
Ayla Geyikli Kutu’yu Rıza’ya uzattı. Rıza önce kutuya sonra babasına baktı. Babası ellerindeki siyah lekeleri kaşımakla meşguldü.
“Gizlice tiyatro sınavına girmiştim. Sude ilk defa yalan söylemişti bizimkilere. Eve geldiğimde nasıl geçtiğini sordu? ‘Bilmiyorum,’ dedim. Kanepede oturuyorduk. Ayağa kalktı. Konuşmaya başladı. ‘Ey göklerde yaşayanlar! Ey dünya! Daha ne olsun? Cehennem önüme mi gelsin? Ne yüz karası şey bu? Tut kendini yüreğim, tut kendini! Ve siz, ey sinirlerim, gevşemeyin birden; öfkem destek ol bana! Beni unutma mı dedin? Hayır zavallı ruh, şu çılgın kafa durdukça çıkmayacaksın içimden, seni unutmak ha? Aklımın kara tahtasından silerim de bütün boş anıları, bütün kitaplarda yazılanları çizilenleri, gençliğimden, öğrenciliğimden kalanları, yalnız senin buyruğun kalır,’ sesi gittikçe yükseliyordu, zor susturdum.”
Rıza Geyikli Kutu’yu annesine uzattı. Annesi kutuyu göğsüne bastırdı. İçini çekti. Ahşap kapağı açtı.
“Neriman Hanımlara gitmiştik bayram için. Kırmızı kurdele takmıştık Sude’nin saçına. İlk bayramıydı. Neriman Hanımlar eski damadı Mithat’ı unutacaklardı. Sağ olsunlar bizi de çağırmışlardı. Neyse gittik, Geyikli Kutu’yla işimiz bitti. Damadın eşyalarını çalı çırpıyla tutuşturduk. Etrafında dönerek alkış tutuyoruz. Bizimki geldi aramıza girdi. Bir yandan gülüyor bir yandan alkışlıyor. Çok hoşuma gitmişti onu öyle görmek.”
Nurten Hanım Geyikli Kutu’nun kapağını kapatıp Refik Bey’e uzattı.
“Doydum ben.”
“Kalk elini yıkayıver kuzum, mutfakta erik olacaktı yersin.”
Can kalktı, ellerini yıkadı. Mutfaktan erikleri aldı, tuzladı.
“Hadi bakalım, bahçeye çıkma vakti.”
Refik Bey’in peşi sıra yürüdüler. Rıza çıkmadan, üzerinde “S” yazılı iki koliyi aldı.
Refik Bey bahçeye ufak bir çukur kazdı, geyikli kutuyu çukura yerleştirdi. Nurten Hanım’dan itibaren sırayla toprak attılar. Kapanan çukurun üzerinde kolileri açtılar. Ayla Nurten Hanım’ı uzaklaştırdı. Mavili yeşilli fırfır elbiseler, ciltsiz kitaplar, siyah tel tokalar, fotoğraflar, kalemler, defterler, taraklar ortalığa saçıldı. Rıza ortalığa saçılanları toplayıp etraftan getirdiği dallarla...
“Sen üzerine gittin kızın. Unut o çocuğu diye tutturdun,” diye bağırıyordu Nurten Hanım. Refik Bey dinlemiyordu bile, dalları tutuşturup Ayla’dan geriye kalan ne varsa ateşe vermekle meşguldü.
Can artık sadece bir kişiyi kabul edebilen erik ağacının gölgesinden alevi, alevin etrafında dönüp alkış tutan annesini, babasını, babaannesini, dedesini izliyordu. Mutfaktan getirdiği eriklerin en büyüğünden bir ısırık aldı. Yüzünü buruşturdu. Tüm erikleri ateşe doğru fırlattı. Çürümüş ağacın yanındaki toprağı kazmaya başladı. Kurumuş erik çekirdeklerini toprağa bıraktı. Üzerlerini kapadı.
Akşama doğru, bayram bitmek üzereyken son kıvılcımlar da sindi. Alevin etrafında dönenlerin zihninde, giderek uzaklaşan ve ismini hatırlayamadıkları bir yüz vardı. Refik Bey zihnindeki yüze denk gelen ismi düşünmeye çalıştıkça ellerindeki kara kara lekeler iyice kaşınıyordu. Ama çok geçmeden o yüz de silinecek, geriye, o da rüzgâr sürükleyene kadar, sadece şu küller kalacaktı.
*
Yazıyı bitirmeden bir manga önermek istiyorum... Tahmin edileceği üzere hafıza, hatıra, hatırlamak, unutmak temalarında gezinen bir eser. Fazla detaya girmeyeceğim.
Keyifli okumalar...
Kayıp Eşyalar Hanı (Üç Cilt)