Metin Çalışkan: Kaptan Kurmaca - Söyleşiler ve Bir Öykücük

Kaptan’dan merhabalar...

Bu hafta söyleşilerle ilgili konuşarak başlayalım istiyorum. Hadi bakalım o halde. Kurmaca diyarlara yelken açalım.

*

Yazar söyleşilerini genellikle döneminde okumayla ilgili bir eğilimim vardı. Merak ettiğim kitapların yazarlarının söyleşilerini çıkar çıkmaz okumaya hevesleniyordum hep. Eh doğal tabii, okumadan yazardan bilgi koparmak peşindeyim. Kitabı nasıl yazmış, ne anlatmış, nasıl anlatmış. İlgimi daha fazla çekebilir mi? Kitabı hemen mi edineyim sonraya mı bırakayım? Belki de söyleşiyi okuyunca yazardan, kitaptan soğurum. Olmayacak iş değil... Şanslıysam yazarın edebiyata, yöntemlere bakışını az buçuk kestirebilirim. Şanssızsam sınırlı bilgiyle kalkarım söyleşinin başından.

Yalnız, insan söyleşileri okudukça bir iki husus fark ediyor. Yazmanın hatta okumanın yetmediğini, edebiyat, yazarlık, okurluk üzerine düşünmek gerekliliğini. Böyle bir şeyin peşine düştüğümden, artık, gündemde olmayan söyleşileri, özellikle sevdiğim yazarların eski söyleşilerini de okuyor, fikir edinmeye çalışıyorum. Birbirinden farklı edebiyat anlayışlarını, yaratım süreçlerini görmek iyi geliyor. Nasıl yazıldığıyla ilgili ipuçlarıysa epey kayda değer. Herkesin kendi hayatına uygun bir yazım süreci var gibi. Genel geçer bir yazı saatinin, yazı aracının, çalışma prensibinin olması mümkün değil. Yine de çoğumuz gizli bir formülün peşindeyiz. Muhtemelen o gizli formül zaten sizde saklı. Yeter ki ne yaptığımızla ne yapmak istediğimizle, hangi çalışma koşullarının bize uygun olduğuyla alakalı fikir yürütelim. Deneyelim, yanılalım; cevabı bulana kadar. (Cevapların asla sarsılmaz sayılmayacağını da unutmamalı.)

Bitirmeden, canım Paul Auster’ın bir söyleşini iliştireyim

*

Ofis Üçlemesi veya Ayna Üçlemesi Neticede Bir Üçlemenin İlk Öyküsü

Tam çıkacakken kapı çalıyor; güneşlikleri çoktan indirmiş, bilgisayarları kontrol etmiş, anahtarlarını bulmuş, içeceği bir iki biranın umuduyla akşama tutunmuş olmasa o denli gerilmezdi ama gerildi, hem de çok fena gerildi. Zaten ne zamandır işten bıkmıştı, markalar sloganlar, sloganlar markalar, ürünler hizmetler, yaz yaz yaz, yaz yaz yaz, uzayıp kısalma yok, yaratıcılık çoktan cehennemi boylamış. Zebaniler tepiniyor üzerinde. Yıllardır düzgün bir tatilden uzak, kira mira derken para da on güne suyunu çekiyor, ha ayrıca; bayadır yalnız, hayatında kimse bulunmuyor zira hayatında kendi dahi bulunmuyor. Bunca şeyin ortasında, zilin çalması olacak iş mi? Kabahat biraz benim, kabul; hikâyeyi başlatmam gerekiyordu ne yapayım!

Umutsuzca kapıyı açmaya gidiyor, onu birkaç saat ofise kilitleyecek bir sorun olduğundan o denli emin ki ömrü boyunca başka hiçbir durumdan bunca emin olmamıştı. Derin bir nefes alıp kapıyı aralarken Debussy parçası duyuluyor zihninde, aslında o Debussy bilmez, ben de bilmem, şansı şu; metni yazarken entelektüelliğimi öne çıkaracak birilerini aradım ve BİNGO. Öyküde Debussy geçiyor, rüya gibi, böylelikle, ne diyorduk, nihayet kapıyı açıyor ve... Ve kimse yok!

Kapının önünde bir paket, öyle alacalı filan değil, cazibesinden bahsedemeyiz, kahverengi basit bir kâğıda alelade yapılmış paket, yine de içeri alıyor, illa ofisten birine gelmiştir, patrona geldiyse muhakkak pahalıdır da diğerlerine geldiyse eh önemli sayılmaz, sabaha karmaşa çözülür, neyin ne olduğu, neyin ne olmadığı, neyin ne zannedildiği, neyin ne zannedilmediği ortaya çıkar derken, kapıyı kapatmamış henüz, ofisin girişinde, hayal edin a canım, şoka uğramış vaziyette, gözler irileşmiş, kalbi güm de güm güm de güm, paketin üzerinde kendi ismini görüyor, gönderici kısmında: M. Ç. yazıyor... İşte size sır, merak etmeyin sırrın peşinden sürüklenerek öyküye devam etmeniz niyetinde değilim, yani paketi çabucak açtıracağım.

Pek düşünmeden paketi açıyor, uzunca bir ayna bu, ahşap çerçeveli, bit pazarlarında benzerlerine rastlamakta zorluk çekmeyeceğiniz, görmezden geleceğiniz, araya gireyim aklınıza gelmeyecek bir cümleyle devam etmek arzusundayım; görmezden gelseniz bile sizi asla görmezden gelmeyecek bir ayna, tuhaf, ben olmasam bizimkinin katiyen keşfedemeyeceği güçlü bir sihirle mühürlenmiş, dikkatli baktığında anlıyor, kendini görüyor görmesine ama ofisi göremiyor, deniz kıyısında olduğunu görüyor, aynalar değişmediyse bu imkânsız, ah benden bihaber ya, imkânsız olduğu sanrısına kapılıyor; dayanman adına umut verdim sana, anla artık!

İlk birkaç günü endişeli geçiriyor, aynanın çalışma prensiplerini idrak etmeye uğraşıyor, yapamıyor, buna karşın, aynanın yansıttığı görüntülerdeki dingin hissiyat, başka başka manzaralarda gördüğü mutlu mesut kendisi huzur veriyor, süper kahramanlardan kurulu ofisteki baskının azaldığını duyumsuyor, evet, hala tüm işler acil, hala tüm işler hayati, revize üstüne revize geliyor, eve iş götürüyor, patron olur olmadık mesaj atıyor, arkadaşlarından kimileri ah şuradan kurtulsam, butik otel açsam, bir gün o filmi çekeceğim, iki yıla güneye yerleşirim naralarındayken zatıali aynayla vakit geçiriyor, en sıkıştığı anlarda ofis masasının altındaki aynaya bakarak gülümsüyor, soruları Don Kişot (bende beşinci cildi var) ustalığıyla savuşturuyor, yok Don Kişot’u okumadı, ben de okumadım, bu, gönderme yapmama engel mi akıllı uslu okurlarım, değil değil, soruları geçiştiriyor, kimseye hesap vermek zorunda değil.

Koşun, koşun, işler iyi gidiyor, o halde çatışma vakti!

Günlerden bir gün, telefon çalıyor, tam kapıdan çıkacakken telefon çalıyor, bizimki olan bitenin kaynağını; beni bulsa antetli kâğıtlarla öldürecek, şişşşşttttttt, aramızda, aynanın etkisiyle sinirli değil, telefonu açıyor, bu defa Wagner eşlik ediyor (youtube önerdi), kargo firması, pakette yanlışlık olmuş, telafi etmeleri lazımmış, paketi asıl sahibine...

Telefonu kapatıyor, anlayabilirsiniz, aynayı alıp sokaklara atıyor kendini, bu sefer cebinden arıyorlar, dört yüz kırk dörtlü, dört yüz kırk dört şiddette beyni zonkluyor, açmıyor, nereye olduğunu bilmeden koşuyor da koşuyor, koşuyor da koşuyor.

Gece tam da şehrin damarlarını siyaha çevirirken, eve geçiyor, nefes nefese (ikilemeler de olmasa), yorgun argın, bıkkın sıkkın, evren devran, dış kapıdaki kişiyi görünce bir şok daha yaşıyor, peşindeler, o saatte apartman kapısında kargocu olmasının başka açıklaması olamaz, olamaz!

Kovalamaca sürüyor!

Çok yoruldu, biraz insafa geleyim, sıkıldım da hem, girdiği parkta aynayı yere koyuyor, aynadaki görüntü; ormanlık alanda bir göl, kıyıda bizimki, yanında biricik aşkı, krallara layık sofra, Lear hariç, arkasındaki banka çıkıyor, kargocu parka girmiş, ona doğru geliyor, aynaya bakıyor, başarabileceğinden emin, zıplıyor, aynanın içine konuyor.

The End
(Yapımcı bütçeyi kestiğinden öykü burada biter.)

 

01/11/2025
172