Metin Çalışkan: Kaptan Kurmaca - Hikâyeden Uzağa Düşen

Kaptan'dan merhabalar...

Uzun zamandır hikâyesiz bırakılmaya çalışıldığımız üzerine kurgular yapmaya çalışıyorum. Bu çerçevede, iktidar mekanizmalarının, edebiyat piyasasındaki çoğunluğun önemli rol üstlendikleri kanaatindeyim.

Hikâyesiz olmamız, hafızamızın boşaltılması elbette muktedirlerin ve sermayenin işine gelecektir. Peki, bu noktada yazarlar nasıl bir rol üstlenecek?

Edebiyatı edebiyat yapan prensiplerden biri hemen herkesin belirttiği üzere neyi değil nasıl anlattığımızdır. Lakin, kimi yazarların bu prensibi salt hikâyeden uzağa düşmek adına (bilinçli veya bilinçsiz) kullandıklarını gözlemleyebiliriz. Burada iyi edebiyat/kötü edebiyat sınırının piyasa koşullarında sürekli muğlaklaştırılmasının da payı var. 

Neyse ki hala hem nasıl anlattığını önemseyen hem de hikâyeyi koruyan yazarlarla da yollarımız kesişiyor. Okur olarak bizim yapmamız gerekenlerden biri de onları bulmak.

*

Kahve; şekersiz. Sigara; kaçak. Kitaplar üst üste.

Ekrandaki imleç belirip kayboluyor. Üzerinden çok geçti. En son kiminleydi hatırlamıyorum. Bunca düşünür müydüm o zamanlarda? Yoksa açık yüreklilikle mi cevap verirdim? Saçmalıyorum, evet. Benim gibi biri ne kadar açık yürekli olabilir ki?

Öncelikle yıllar sonraki ilk söyleşinizi bizimle gerçekleştirdiğiniz için teşekkür ederiz. On yıllık bir aranın sonunda yazdığınız son romanınız “Yapbozun Dağınık Parçaları” kitabınızda sizi yazmaya iten dürtü neydi?

Rica ederim. Günümüzdeki yazarların çoğunun angarya gördüğü, sıcak yaklaşmadığı söyleşilere ne yazık ki gerekli önemin verilmediği kanaatindeyim. Hâlbuki söyleşiler, yazarı okura, yazarı yazara, yazarı kendisine yaklaştırabilir. Bu açıdan ben de yeni bir söyleşi yapmaktan oldukça memnunum.

On yıllık sessizliğim artık yeni bir anlatım, yeni bir bakış açısı getirebilecek gücü kendimde bulamamamla ilgiliydi. Lakin bir süre sonra kolaya kaçtığım gerçeğiyle yüzleşebildim. Kendimi zorlamalıydım. Böyle bir noktadan bakıldığında yeni kitabımın yazarlığıma bir meydan okuma olmasını istedim.

Böyle mi konuşuyorum? Bunlar benim kelimelerim mi? Neyse ne! Camgöz’ü bulmak için başka çarem yoktu. Onsuz da devam edebildiğimi fark edince beni bulacaktır. Hesap sormak için belki? İntikam almak için belki? Şimdi bakınca, hikâyenin farklı gelişebileceğini ama o şansı kaçırdığımızı görüyordum.

“Yapbozun Dağınık Parçaları” öncelikle türüyle diğer kitaplarınızdan ayrılıyor. Polisiye bir kitap yazmak fikri nasıl gelişti?

Açıkçası polisiye, okur kimliğimle sıkı sıkıya bağlı olduğum bir türdür. Cingöz Recailerden, Agatha Christielere, kara polisiyelerden, İskandinav polisiyelerine pek çok kitabı neredeyse bir bağımlılıkla okumuşumdur. Yine de, polisiye yazmak, polisiye yazmaya cesaret etmek ayrı bir olay. Şunu söyleyebilirim. Ben sadece kendimi metne bıraktım. Onun isteklerine boyun eğdim. Yoksa kâğıdın başına polisiye yazmak niyetiyle oturmamıştım. Bu yazacaklarınızın özgürlüğünü kısıtlamak anlamına gelir.

Üniversitenin son yılıydı. Yazdıklarım reddedilip duruyordu. Hiçbir derginin kapısına yaklaşamıyordum. Canım sıkılıyordu. Yazar olmak, şöhretin kapılarını aramak, o büyülü dünyaya girmek arzusundaydım. Ne yazık ki yeteneksizdim. Disiplinli çalıştığım da söylenemezdi. Niteliksizliklerimi, hayata karışmamaya bağlıyordum. Yazar biyografileri tersini söylese de, güçlü hikâyelere tanıklık etmediğimden berbat yazdığıma inanıyordum. Ben de, hayata karışmaya, insanların zamanı durdukları yerlere girip çıkmaya, geceler boyu sokakları arşınlamaya karar verdim. Ücra bir kıraathanede kitap okuyan Camgöz’le de bu sayede tanıştım.

Kitabınızın başında, romanın gerçek bir hikâyeden uyarlanmasa da gerçek bir hikâyeye uyarlanabileceği notunu düşmüşsünüz. Notu okuyunca, ister istemez yazdıklarınızın neresinde yer aldığınız sorusuna odaklandım. Anlattıklarınızın başınızdan geçmediğini fakat başınızdan geçmesini isteyebileceğinizi düşündüm. Bu tarz bir açılış fazla oyunbaz durmuyor mu?

Kesinlikle katılıyorum. Notun anlamının okurdan okura değişmesini özellikle istedim. Oyunbazlık meselesiniyse şöyle cevaplayabilirim. Geçmişe dönüp baktığımda tüm yazdıklarıma giderek yabancılaştığımı anladım. Bu her yazarınki gibi bir yabancılaşma değildi. Yani, yaratımdan sonraki rutin süreçlerden bahsetmiyorum. Bahsettiğim, yazdıklarımın giderek başka birine ait olduğuna inanmam. Bu düşüncelere saplanıp kaldım. Neredeyse kurmaca bir karakter gibi hissediyordum. Romanımı da bu zeminde kurguladım.

Kıraathane yeni mabedim olmuştu. Orada saatlerce vakit harcıyor, okulu boş veriyordum. Camgöz’le aramı iyi tutabilmeyi ümit ediyordum. Onun okuyup da çoğunlukla beğenmediği kitaplar üzerine saatlerce konuşuyorduk. Ben çoğu klasik sayılan eserleri kendi görüşüme göre cılız bir biçimde savunuyordum. O, tüm savunmalarımı ustalıkla çürütüyordu. Yeşil masa örtülerinin üzerinde, sigara dumanlarının boğduğu havada kaç kitabı, kaç yazarı ölümün eşiğine getirdiğini sayamamıştım. Sadece H.’ye toz kondurmuyordu. H.’nin gerçek olduğunu, yaşamadığı tek satır yazmadığını anlatıyordu. Nasıl cüret ettim bilmiyorum ama günün birinde yazdıklarımı onun da görmesini istedim.

Roman iki farklı karakterin tek bir olayı kendi bakış açılarından anlatmalarına dayanıyor. Bu iki karakterden ilki Saim… Başarılı, eski bir komiser. Manevi değeri yüksek olan eşyaları çalmasıyla ünlenen Cingöz davasında danışmanlık yapmak için mesleğe dönüyor. Saim’in ağırlıkta olduğu bölüm Cingöz’ün bir depoda olduğu ihbarıyla sona eriyor. Cingöz ise tuhaf birisi… Çaldığı eşyalarla ilgili hikâyeler yazıyor. Bir kavat iğnesinden, taşı düşmüş bir çift küpeden sayfalar çıkarıyor. Onun ağırlıkta olduğu bölümse, Saim’in depoya gelişiyle son buluyor. Bu iki anlatım bazı muğlâklıkları da beraberinde getiriyor. Gerçekliğin net olmaması bilinçli bir tercih mi?

Elbette… Bir olayı iki farklı bakış açısıyla vermeyi önceden tasarlamıştım. Saim de, Cingöz de uzun zamandır yol arkadaşlarım olan karakterler. Onları hikâyeye ekledikten sonra gerisi kendiliğinden geldi. Gerçekliğin net olmamasıysa karakterlerin güvenilirliğiyle ilgili bir durum. Okur Saim’e inanmayı tercih edebilir. Cingöz’ün yanında yer almak da isteyebilir. Şunu da sorabilir; yazara nasıl güveneceğim? Belki de yazar Saim’le Cingöz arasındaki gerçekliği kırıp şekillendirmiştir. Okura biraz iş düştüğünü söyleyebilirim. Bunca güvensizlik, iki yüzlülük, yalan arasında gerçeği yakalamak zorundalar.

Camgöz yazdıklarımı okuduğunda benimle benzer şeyler düşündü. Hayata karışmak şöyle dursun neredeyse yaşamadığıma karar verdi. Kendisinin de karalamaları olduğundan söz açtı ve bir anlaşma teklif etti. O beni hayata, yoksunluğa, yokluğa, suça, masumiyete, tutkuya, bıkkınlığa, yorgunluğa, sonuna dek gitmeye, başından vazgeçmeye, dokunmaya, ürpermeye, cesarete, burnunun ucundakini görmemeye, kimselerin keşfetmediğini keşfetmeye ve daha nelere bulaştıracaktı. Bense ona yazdıklarıyla ilgili fikir verecek, doğru anın geldiğini anladığımda, hikâyeleri kendi ismimle dergilere yollayacaktım. Dediğini de yaptım.

Saim’le Cingöz arasındaki final sahnesine de değinmek istiyorum. Depodaki final sahnesinde artık Tanrı anlatıcıya geçiyoruz. Böylece üçüncü kişi olarak onun, ya da bir başka deyişle yazarın sesini duyuyoruz. Bu finalde dikkat çekici iki nokta mevcut. Birincisi, Saim’le Cingöz’ün birbirlerini suçladıkları sayfaların sonuna gelindiğinde karakterlerin usul usul yer değiştirmesi. İkincisiyse, anlatıcının depoda belirip Saim’le, Cingöz’e silah çekmesi. Buna rağmen ikisini de vuramıyor, intihar etmek zorunda kalıyor. Anlatıcı ölmesine rağmen birkaç sayfa daha var. Finalde anlatıcıyı da kitaba ekleme riskli bir tercih değil miydi?

Öyleydi. Kitap basıma gidene kadar değişiklik yapmayı arzulamıştım, yapamadım.
Finali, bir hikâyenin asıl sahibi kimdir sorusu üzerine kurgulamak istedim. Onu anlatan mı, hikâyeyi yaşayan mı? Yazdıklarımla alakalı düşündükçe de kendini anlatıcı olarak tanıtan birinin depoda belirmesi fikri hoşuma gitti. Peki ona inanmalı mıydık? Haksızlığa uğradığını iddia eden, hikâyenin karakterle anılmasına katlanamayacağını söyleyen, sözüm ona anlatıcıya inanmalı mıydık? Bir düşünmek gerekir.

Camgöz’le anlaşmamız uzun yıllar sürdü. Ben onun peşinde sürüklendim. O benim söylediklerimin dışına çıkmadan yazmayı sürdürdü. Çok geçmeden, dergilerde ismim geçmeye başladı. Camgöz de, ben de memnunduk. Ta ki, ta ki… Ne vardı, artık bana yazdıklarını vermek istemediğini, kendi ismiyle yayımlatacağını söyleyecek? Ah be Camgöz… Bana öğretmeseydin ya yaşamayı, nefreti, intikamı, öfkeyi, sevgiyi, hırsı…

Biraz da yeni projelerinizden, yapmak istediklerinizden konuşalım. Önümüzdeki günlerde sizi sıkça görme fırsatımız olacak mı?

Kahve bitmiş. Sigara sönmüş. Kitaplar dağılmış.

Gerisini sonraya bırakıp çekmeceyi açıyorum. Başkasının el yazısıyla yazılmış taslaklarımın üzerinde camdan bir göz yuvarlanıyor.

*

Kendi adıma nostaljiyi sığınılacak bir liman olarak görüyorum. Yaz vakitleri eski dizilere dönmem boşuna değil. Şimdilerde, Şaşıfelek Çıkmazı'nı izliyorum. Öyle güzel ki! Hele o aniden kurulan sofralar, sofralarda yapılan sohbetler, hüznün şen olmanın iç içe geçmesi, birbirine değen yaşamlar, başkasının yardımına koşan karakterler... İşte tehlike: Limandan ayrılmak istemiyorum. Ayrıca, (eski günlerin de tamamen parlak sayılmayacağına emin olmakla beraber) yitirdiğimiz gündelik anları gördükçe melankoli kuyusuna yuvarlanıyorum.

Varsın olsun.

*

Muhtemelen bir yerlerim açık kaldığından çılgın rüyalar görürüm. Rüyalarımın çoğuna ünlü isimler de konuk olur. Bazen yazarlar da. Hayal meyal hatırladığım bir rüya gördüm dün: Yazarlar arasında bir eskrim turnuvası düzenlenmiş. Hayatta kalanlar yazmaya devam edecekmiş. Katılım listesini görüyorum. Dünden bugüne birçok yazarın ismi yazılı. Sanırım kendimi bir yemekte görüyorum sonra. Açılış yemeği olabilir. Muhtemelen Dostoyevski bir konuşma yapıyor: "Çıkınca çorbacıya gider miyiz?" diyor konuşmanın sonunda.

Gideriz tabii...

*

Ve kapanış... 

Talan

kuşbakışı özgürlükler
karınca kadar

kapalı gişe oynayan kara film
“Kareli Masa Örtüsünün Bitmeyen Yalnızlığı”

ana karakteri
boşluk koleksiyoncusu
oysa boşluk
ancak kağıttan gemilere sığar

göğsüne şehir dikili insan
durmadan alabora

(önce gözlerinle sökeceksin şehri
göğsün kızıl nar çiçeği
sonra şiire bulanan ellerin
yamayacak sökülen yeri)

zaman mühürlü köprüleri düşün
düşün ejder bakışlı sokak lambalarını
fırtınalarla baş edebilmiş
iskambil evleri
müebbet yemiş çıkmaz sokakları

düşün nicesini

ve anla ki

ne varsa aldılar
ne yoksa
onu da bırakmadılar

16/07/2025
36