
Metin Çalışkan: Kaptan Kurmaca - Ceplerinde Dünyaları Taşıyan
Kaptan'dan selamlar...
Makul sorularla başlayalım: Orman yangınlarında hayatını kaybeden canım hayvanlar, yerlerinden yurtlarından olan hayvanlar, insanlar, yanan ağaçlar bizi üzdüğü kadar öfkemizi de tetikledi. O halde, çoğumuzun ortak sorusunu yineleyeyim: Yangın söndürme uçakları nerede? 2025'te, Türkiye Yüzyılı denen bir dönemde yaşanılanlar afet, kader diyerek geçiştirebilir mi? Peki ya yangını söndürmeye çalışıp canından olanlar? Onların aileleri...
En önemli soru: Yukarıdaki soruları muhattap alması gerekenler, sorumluluk alması gerekenler gereğeni yapacaklar mı?
Tüm kaosa rağmen, o yangınlarda mücadele eden işçilere, sivillere, bir kuşun, kaplumbağanın, ağacın, börtü böceğin yaşamını da savunup harekete geçenlere selam olsun. Hala siz döndürüyorsunuz dünyayı. Hala sizin sayenizde umutluyuz.
*
Ceplerinde Dünyaları Taşıyan
Sabahtı. Yol sapaydı. Elleri hızlı hızlı çalışıyordu. Arkasında şeylerden bir yığın birikmişti.
Ceketinin iç cebinden, havaya savrulan tüyleri çıkardı. Sarılı mavili.
Yine ceketinin iç cebinden,
5:30’da durmuş bir duvar saati,
Boş bir aile albümü,
Beşli kullan at bıçaklarından bir takım,
Bir adet ucu sivri 2B kurşun kalem,
Anasının cüzdanına koysun diye verdiği hurma çekirdeklerini,
Tabii hurma çekirdeklerini koymadığı cüzdanını çıkardı.
Cüzdanı titizlikle aradı. Sonuç yoktu. Bir türlü bulamıyordu. Oysa ceplerinden birinde olduğuna emindi.
Yağmur çiseliyordu. Yol epey sapaydı. Vaziyet ciddiydi. Geç kalabilirdi.
Kırk yıldır ilk defa, diye içinden geçirdi,
Olacak iş mi, diye içinden geçirdi,
Olmayacak iş mi kaldı, diye içinden geçirdi,
İçinin geçmesini engellemek isteyerek içinden geçenlere bir son verdi.
Başka çaresi yoktu ama. İstediklerini göstermeden gitmesine müsaade etmeyeceklerdi.
Elleri hızlandı.
Pantolonunun sol cebinden, yem, su kutuları boş bir kafes çıkardı. Telleri pas tutmuş.
Yine pantolonunun sol cebinden,
Onlarca tozlu, kalın, siyah dosya,
Satılığa çıkarılmış bir damatlık,
Birkaç dal misvak,
Üç vesikalık,
Babasının meşe ağacından kutusunda saklasın diye verdiği ilk parasını,
Tabii parayı koymadığı meşe ağacından kutusunu çıkardı.
Bir umut, diye düşünerek kutuyu açtı. İrili ufaklı düğmeler... Aklı bir anlığına oturdukları tek katlı eve gitti. Evin kuytusunda, durmaksızın çalışan anasını, etrafa dökülen, dalgın dalgın izlediği düğmeleri buldu.
“Çabuk çabuk,” dedi karşısındakilerden biri.
“Evet, çabuk çabuk,” diye yineledi diğeri.
Tam çaresizce kollarını açıp, uzun uzadıya bir açıklama yapacakken eski düşmanına yakalandı. Yuvarlak, kırmızı damgalı dili dışarıda bir öksürük krizine tutuldu.
Öksürdü,
Öksürdü,
Öksürdü,
Zayıfça vücudu sarsılarak, tüm gücüyle boğazını temizleyip tükürdü. Asfaltta, yağmurun indiği tükürün ortasında bir parça zımba teli parlıyordu. Midesi bulanarak, bakışlarını çürük topraklı araziye kaçırdı.
“N’olur, n’olur geçmeme izin verin. Gecikip uyarı almak istemem.”
“Gecikmek mi?” diye sordu karşısındakilerden biri.
“Evet, gecikmek mi?” diye yineledi diğeri.
İlk defa nerede olduğunu, karşısındakilerin kimler olabileceğini anlamak istedi. Etrafa bakındı. Her sabah işe yetişebilmek için kullandığı kestirmeye benziyordu burası. Araziyi geçti mi yola varmalıydı ama geldiğinden beri tek bir araba sesi duymamıştı.
Şimdi karşısındakilerle yüz yüzeydi. Şekil değiştiren gölgelerle.
“Korkmayın gecikmeniz imkansız,” dedi gölgelerden biri.
“Evet, imkansız gecikmeniz,” dedi diğeri.
Bu sözlere rağmen rahatlamadı. Elleri iyice hızlandı.
Pantolonunun sağ cebinden çatlamış kuş yumurtaları çıkardı. Ölgün renkli.
Yine pantolonunun sağ cebinden,
Resmi tatillerin işaretlendiği bir masa takvimi,
Hiçbir harfi doldurulmamış bir telefon defteri,
Birkaç kalıp beyaz sabun,
Para yatırıldığına dair bir dekont,
Anasının pamuk ipliğiyle örülü inancından, babasının beklentilerle kurulan öfkesinden gizlediği sararmış kitaplarını,
Tabii kitapları bir yatak şeklinde dizip, üzerini çarşaflarla örttüğü demir karyolasını çıkardı.
Kitapların sayfalarını karıştırdı. Nihayet, bir mezar kazıcının anılarını anlattığı tuhaf romanın arasında aradığını buldu. Bulduğunu gösteremeden, cepleri çığırından çıktı.
Sağ cebinden kana bulanmış onlarca mendil,
Sol cebinden yarım bir çam kolonyası şişesi,
İç cebinden bir mumum titrek alevi,
Yine sağ cebinden bir kütüphane kartı,
Yine sol cebinden okunmuş pirinç taneleri,
Yine iç cebinden uykusuz geceleri,
Yine ve yine sağ cebinden, öksürük krizleri, incelmiş derisi,
Yine ve yine sol cebinden, geçemediği eşikler,
Yine ve yine iç cebinden babasının söz istemeyen yumruklarını, anasının fısıltıları çıkıyordu.
Çaresizce çırpınıyor, havaya savrulanları yakalamaya çalışıyordu ki, dengesini yitirip düştü. Bir şey olmamışçasına dizlerinin üstünde doğruldu. Bağırmak istedi, sesi çıkmadı. Tırnaklarını kemirdiği parmaklarını asfalta geçirdi. Bulduğu şey, biraz ötesinde gözüne ilişti. Kalktı, üstünü başını düzeltti. Babasının dediğini yapmıştı öyle değil mi? Pek çokları gibi dayatılanın kendi arzusu olduğuna inanmış, başarmıştı.
Bulduğu, az ötesindeydi. Düşüncelerini kovup onu yerden aldı. Üstünü başını silkeleyip ayağa kalktı. Onu, şekilsizlere uzattı.
“Artık gidebilir miyim?” diye sordu.
Evet, belki bir parça pişmandı. Bir Kütüphane’ye geçmek, orada iş hayatını sürdürmek için imkânlarını zorlayabilirdi. Yapmamıştı.
“Siz bizi tamamen yanlış anladınız, kimliğinizle ilgilenmiyoruz,” dedi şekilsizlerden biri.
“Evet, tamamen yanlış anladınız siz bizi, ilgilendiğimiz kimliğiniz değil,” dedi diğeri.
Umudunu taşıdığı son buz tabakasının da kırıldığını anladı.
“Ne istiyorsunuz, söyleyin, söyleyin,” dedi titreyerek.
Şekilsizler konuşamadan ceplerinden onlarca cümle dışarı fırlamaya başladı.
“Bunca boku okuyup da ne faydasını görecen.”
“Bir baltaya sap olamadın.”
“Biraz kendine özen.”
“Sınavı kazan rahat edelim.”
“Hem fena mı maaşın, sigortan, tatilin belli.”
“Bu kaçıncı lan? Sınavı kazanana kadar kuşa, yem, su vermek yok.”
“Anan kadar olursun en fazla.”
“Beceriksiz.”
“Kafa yok sende kafa.”
“Bizim gibi sürüneceksin demek.”
Ellerinde derman kalmamıştı,
Babasının cümlelerini yakalayacak gücü de.
“Sus artık,” diye haykırdı.
Sabahtı. Yol sapaydı. Altıncı defa sınava gidiyordu. Kan tüküre tüküre. Gerisi...
Cepleri sakinledi. Gayriihtiyari, elini ceketinin iç cebine götürdü. Saman kağıdından bir belge çıkardı. Şekilsizlerden biri usulca belgeyi aldı.
“Nihayet,” dedi şekilsizlerden biri.
“Evet, nihayet,” dedi diğeri.
Merakla belgeyi okudular.
Ölüm Tarihi – Ölüm Nedeni – Ad – Soyad
Şekilsizler iki taraftan kollarına girip onu yürümeye zorladılar.
“Tasalanmayın artık bitti, hem dünyanın aksine burada sizin için harika bir memuriyet ayarladık,” dedi şekilsizlerden biri.
“Evet, memuriyet,” dedi diğeri.
Giderek uzaklaştılar. Arkalarında şeylerden bir dünya, yorgun bir hayat birikmişti.
*
Geçtiğimiz hafta James Gunn imzalı Superman filmini izledim. Umarım, hakkında bir yazı da yazacağım. Tek söyleyeceğim, Henry Cavill Superman'inden bambaşka bir temsil izlediğim. Filmde epey eğlendim açıkçası ama benim açımdan daha önemlisi; bu Superman, bugün ihtiyaç duyduğumuz kahraman olabilir. İşi biraz aşırı yoruma götürecek olursam, bugün Superman olmak için süper güçlere değil ses çıkarmak, direnmek lüzum edebilir.
*
hürlüğünü düşünüyorum
kuşlara bölünmenin
sen
toplu iğne ucunda biriktiriyorsun
göğünü ikiye ayıran
tüm kırmızı uçmaları
korkuyorsun
uzağına düşmekten evlerin
tutsaklığını düşünüyorum
tek kişilik rüyaların
sen
gözlerinde şehir birikintisi
tırnak aralarında sokak kalıntısı
içleniyorsun durağanlığına trenlerin
tedirginsin
köprülerin intihar açıklığından
sanırım biz
dümdüz çizgilerin sıkıntısını yaşarken
birbirimizin mutsuz sabitliğinde
hareket halindeyiz
şiir kilometre hızla
*
Kaptan'dan saygılar...
Şenlikli günler, iyi şanslar.