
Haden Öz: Ağıtçı
“Ne de güzel ağlıyor. Benim cenazemde de ağlasa keşke.”
“Tanıyor musun?”
“Hayır, tanımıyorum.”
“Tanımadığı birinin cenazesinde neden ağlasın?”
“Bu öleni de tanımıyor.”
“Tanımıyor mu? Ben, çok sevdiği biri ölmüş, diye düşündüm.”
“Hayır. İşi bu.”
“Nasıl? Anlamadım. Cenazelerde ağlamayı iş mi edinmiş?”
“Evet. Ağıtçı, diyorlar. Cenazelere çağırıyorlar. Ölenin hikâyesini anlatıyorlar. Ona göre ağlıyor. Ama öyle her cenazede de ağlamıyor.”
Yutkundum. Kulak kesildim yeniden. Hıçkırıklar, dövünmeler, koca bir dağı yerinden sarsacak offf’lar, ahhh’lar... Sanki ünlemler dışında sözlüğümde hiç kelime kalmamıştı, o acı çığlıkları anlatacak. İçimde bir şey koptu. Kendimi tutamadım, yanaklarımdan yaşlar süzüldü. Gözlüğümü çıkarıp elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim. Derin bir iç çekişten sonra yanımda durana döndüm.
“Bu kadının kimi kimsesi var mı?”
“Bir oğlunu, bir de kızını yitirmiş, diyorlar. Kimileri de sadece gencecik iki çocuğunu değil, bütün ailesini yitirmiş, diyor. Kara sevdaya tutulduğunu söyleyenler de var. Sevdiğine kavuşamamış, bu hale gelmiş.”
“Desene kadının bahçesi bahar görmemiş,” deyince yanımdaki, anlam veremediğim tuhaf bakışlarla süzdü beni. Gözlerimi kaçırıp “Bu kadın buralı değil mi,” diye sordum.
“Yok değil. Öteki taraftan. Bir gece nasıl geçmişse bu tarafa geçmiş. Perperişan haldeymiş. Ağlamak dışında sesi çıkmıyormuş. Üstünde ne kimlik ne bi şey. Köylüler karakola bildirmiş. Karakolda birkaç gün tutmuşlar. Akli melekelerini yitirmiş, deyip bırakmışlar sonra. Köylü de kıyamayıp ahırdan bozma bir yere birkaç parça eşya ve kap kacak koyuvermiş, yerleştirmiş kadını. Yemeğini de köylü veriyor.”
“Keşke benim cenazemde de ağlasa,” cümlesi dökülüverdi ağzımdan. Öyle ansızın. Sesimden ürperdim. Sırtımdan buz gibi bir ter damlasının aktığını hissettim.