Füsun Günaydın: Bilge Karasu ile Sınırları Aşmanın Estetiği

Avangart Yazarlar

Avangart kelime anlamıyla “öncü kuvvet” demektir. Tıpkı savaş meydanında en önde giden askerler gibi edebiyat alanında da avangart tanımlamasını hak eden yazarlar, her zaman yenilikçi akımda yer alır. Söz konusu yenilikçi çalışmalar, eski temelin üzerine yeni bir şey inşa etmekten çok, dil, biçim ve toplumun değişen algısını öncelikle fark edip gerekirse eskiyi yıkarak, yeniyi oturtma cesaretini gösteren edebiyatçılar tarafından gerçekleştirilebilir.

Avangart edebiyatçıların çoğu, yaşadıkları dönemler içinde anlaşılmaz kabul edilse de daima kışkırtıcıdır ve yenilikçi olmaktan ödün vermezler. Türk edebiyatında yenilikçi yazarlar denildiğinde ilk akla gelen isimlerden bir tanesi de Bilge Karasu’dur

Sessizliğin Biçimi: Bilge Karasu’nun Avangart Evreni

Bilge Karasu metinleri bir anlatı olmaktan çok bir arayış hikâyesidir. Hatta anlatıları her zaman tam bir hikâye olarak da tanımlanamaz. O, hikâyelerini okurun üstü örtülü gerçeğe ulaşılabilmesi için bir araç olarak kullanır.  

Bilge Karasu Türk edebiyatının en sessiz ve en derin temsilcilerinden biridir. Gerek biçimsel gerekse de düşünsel katmanda yazının sınırlarını cesaretle aşmış bir yazardır.

Karasu’nun hikâyeleri lineer bir çizgide ilerlemez; tıpkı bilinç gibi, kıvrılır, susar, bazen geri döner, hatta bazen kendi üstüne kapanır. Onun asıl amacı okuru alıp, sürüklemek değildir. Tam tersine okuru yavaşlatır, durdurur, düşündürür hatta zaman zaman rahatsız eder. Yine de yazıları okurun bir sonraki sayfaya geçmek için acele etmesini sağlayacak gizem ve akıcılığa fazlasıyla sahiptir.

Karasu, biçimle ahlâk arasında bir bağ kurar. Onun için yazmak, yalnızca anlatmak değil, bir tür ahlaki duruştur. Her satırında daima savunduğu “yazmak bir vicdan meselesidir” önermesini doğrular gibidir. Biçimsel metinler üzerindeki deneylerini yalnızca estetik bir oyun olarak değil, düşünsel bir sorumluluk kabul eder.
Bu nedenle onun romanlarında hiçbir zaman biçim, içerikten bağımsız olmaz. Kırık anlatı yapısı, modern bireyin parçalanmış bilincinin bir yansımasıdır. Zaman ve mekânın silikleştiği o alanlarda okur, kendi zihninin gölgesine düşer.

Türk Edebiyatının Filozof Yazarı

Karasu’nun cümleleri ayna özelliği taşısa da onun aynasındaki görüntüler hep biraz eksik, biraz siliktir. Kendi deyimiyle yazılarını, “Su gibi akışkan fakat asla dibi tam olarak görünemeyen, gizemini daima muhafaza eden Karasu metinleri,” olarak tanımlardı.

Bilge Karasu, Türk edebiyatında “avangart”ın sessiz yüzüdür. Bağırarak, vahşi yıkımlar oluşturmaz. Sakin ve derin bir düşünceyle var olanı çözer, yeniden kurar. Onun için yenilik, biçimde değil; düşüncede gizlidir. Belki de bu yüzden, Karasu’yu anlamaktan çok, ona kulak vermek önemlidir. O, Türkçenin hem en karanlık hem de en saf halini duyarken, sözcüklerin suskunluğunu da okura duyurabilen bir yazı ustasıydı.

 

Loyola Üniversitesi Söyleşisi 1994/ New Orleans

Bilge Karasu gibi çok derin bir yazar hakkında daha net fikir verebilmek için, Metis Yayınları youtube kanalında yayımlanan, 1994 yılında Loyola Üniversitesinde davetli olduğu bir söyleşide anlattıklarından bazı kısımları size sunmak istiyorum: 

Bilge Karasu:

“Yazar başka yazarları okuyarak öğrenir. Yapı olarak etkilenmeye müsait bir insansa, okuduğu hemen herkesten etkilenir. İyi ya da kötü. Kötü etkilenmek de bir başka yazardan etkilenmektir. Özellikle gençken farklı yazarlardan farklı şeyler öğrendim.

Sırf sizi okuyanların hatırı için onların okuduğu yazarları okumanız gerekmez. Diğerlerinin okumadığı yazarları da okumuş olabilirsiniz. Sözgelimi ben pek çok Türk yazarın eserini okudum. Fakat bu eserler İngilizceye çevrilmediği sürece sizin bunlardan haberiniz olmayacak.

Hepimiz her zaman okumalarımızla sınırlıyız. Fevkalade sınırlıyız. Aynı şekilde temaslarımız ve konuşmalarımız da okumalarımızla sınırlı kalır. Bu nedenle dikkatli olmak gerekir.”

Karasu aynı söyleşide Kafka üzerine izlenimlerini şöyle belirtiyor:

“Kafka’yı 20-22 yaşlarında önce Fransızca sonra İngilizceden okudum. Yani çeviri okumuş oldum. Bu nedenle Kafka’nın Almanca yarattığı metinlerini bilmiyorum.”

“Kafka’dan söz edildiğinde, Kafka okumalarımızdan aklımızda ne kaldıysa ondan söz ederiz genelde. Yani genel bir atmosferden bahsederiz. Kafka’da gördüğümüz bazı şeylerin diğer yazarlara benzemediğini biliriz. Kafka’nın diğer yazarlardan belirgin bir farkı vardır. Bence bu ayırıcı özellik, kullandığı cümlelerin yapısı ile ilgilidir. Her şeyi çok basit hatta hantal cümlelerle dünyaya aktarır.”

“Kafka hakkında yazan bazı yazarlar ‘rüyaların göz kamaştırıcı berraklığından’ bahseder. Bunun anlamı rüyalar bulanık ya da çok sınırlı da olsa bütün o bulanıklığın içinde fark edersiniz ki ya da fark ettiğinizi sanırsınız ki, şeylerin tek bir anlamı vardır. Burada sözü edilen psikanaliz değildir. Demek istediğim şu ki: Kafka genel bir muğlaklık içinde tuhaf bir netliği anlatmaya çalışır. Yazılarında her şey hem çok muğlak hem de çok nettir.”

“Benim cümlelerim böyle değil. Kafka ile ortak yanımız sorulduğunda tam olarak bilemiyorum. Ondaki korku, dünya karşısındaki huzursuzluk sebepleri hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Hayal etmeye çalışıyorum. Bir Kafka okuru için onun korkusu gaipten gelir. Neler oldu? Neden? Nasıl bir şey? Bilinemez.

Dönüşüm eserinde böceğin kim olduğunu bilen insanlar, onu sadece böcek olarak tanımlar. Bu korkunç bir şeydir.”

Söyleşide yer alan akademi üyelerinden bir tanesi Karasu’ya şöyle bir soru yöneltiyor:

“Amerikalı okurlar siz ve Kafka arasında benzerlik buluyor. Ama bana öyle gelmiyor.  Belki de çevirmen sizin sesinizi İngilizcede Kafka’nın sesi üzerinden çevirmiştir.  İngilizce çeviride Kafka’ya mal edilen kesik cümleler kullanılmış. Bu yüzden sizinle Kafka arasında ilişki kurulmuş olabilir.”

Bilge Karasu:

“Bu kitapta, “Göçmüş Kediler Bahçesi” bazen çok kısa direkt cümleler olduğu doğrudur. Ama ben bunları hep kendi tarzımda söyledim. Kafka çok daha direkt anlatır. Yazıyorsanız kendi okurunuz olmalı, kendinizi eleştirebilmelisiniz.”

Bir başka akademisyen söz alır:

Göçmüş Kediler Bahçesi’nde pek çok dipnotlarla bir hikâye anlatıyorsunuz. Roman bir kovalamaca hikayesi gibi başlar, sonra aşk hikayesi olduğu anlaşılır. Okur bununla da Kafka arasında bir bağ kurmuş olabilir. Eserlerinizde görsellik çok kuvvetli sanki sinema seyreder gibi okuyoruz.”

Bilge Karasu:

“Bazı eserlerimde uzun metinler halinde olmayan resim ve fotoğraflardan bahsediyorum. O yüzden bu metinler görsel açıdan çok kuvvetli oldu. Pek çok eserimi neredeyse senaryo gibi yazdım.”

“Yaklaşık 15 yıldır eserlerimde hikâye anlatmayı anlatıyorum. Okurun dikkatini, yazma edimine çekmek istiyorum. Genelde insanların yüzeysel olarak, okuyup geçmek istediklerini hissediyorum. Okurun dikkatini yazma sürecine çekmek onun okuma sürecini etkiler diye düşünüyorum.”

Akademisyen:

“Evet sizin eserlerinizde tam kendimi hikâyeye kaptırmışken, birden çerçeveyi görüyorum. Böylece hikâye ile arama mesafe koyuyorum.”

Bilge Karasu:

“Eserlerime yazar olarak değil, oradaki bir yazıcı olarak katılıyorum. Bir tek eserimde yazar olarak katıldım.”

Akademisyen:

“70’li yıllarda Türkiye’de yaşanan kargaşa da romandaki imgelerden biri mi?”

Bilge Karasu:

“Evet ama söz konusu kargaşa, kullandığım imgelerden sadece biri. Aslında anlatılanlar sizin söz ettiklerinizden çok daha öncesine dayanıyor.”

Akademisyen:

“Milan Kundera okudunuz mu?”

Bilge Karasu:

“Milan Kundera’yı Fransızcasından okudum. Bir deneme kitabını okuduğumda çok şaşırdım. Çok ortak yönümüz olduğunu düşünüyorum. Kurmacaya bakış açımızın bu kadar benzemesi benim için de çok şaşırtıcı oldu.”

“Kayda değer olup da tesadüf gibi görünen şeyler taklit değildir. Yazara özgüdür.  Taklit ve etkilenme farklıdır. Acemi yazarlarda bunu fark etmek kolaydır. Ama diğerlerinde çoğu kez etkilenileni ya da ilham alınanı tespit etmek çok zordur. Ufak bir ayrıntı, öylesine kullanılan bir imge ya da basit bir tesadüf gibi görünebilir. Taklit ve etkilenme arasındaki bu fark önemlidir. Kayda değer bir şey yazılmışsa o taklit olamaz.”

“Uzun bir süreçte özümsenen bir dizi farklı etkilenme ya da nüans söz konusu olabilir. Ama eser çoğu kez belirgin şekilde yazara özgüdür. Görsel sanatlarda sanatçının özgün yorumu filtreden geçirilir. Bu önemli bir şeydir. Metinde ilk karşılaşmada gördüğümüz şey bize öyle ya da böyle aşina görünür. Aradan zaman geçince bu aşinalığın doğru olmadığını bizimle metin arasında belirgin farklar olduğunu görürüz. O noktadan sonra bize farklı/ tuhaf gelen bu durum rahatsız edici olmaya başlar. Bu aşamadan geçilmelidir.

Aslında yazar tarafından yaratılan etki en baştan beri oradadır.” 

Akademisyen:

“Dünyanın hali iç açıcı değil. Kundera bir denemesinde ‘roman dünyayı kurtarmak için elimizdeki nadir umutlardan biri,’ diyor. Siz ne düşünüyorsunuz?”

Bilge Karasu:

“Ben bu kadar iyimser ya da umutlu değilim. Ama yine de edebiyatın topluma yararlı olabilecek araçlardan biri olduğunu düşünebiliriz. Evet, dünya berbat bir durumda. Ama daha iyi bir durumda olduğu oldu mu hiç? Mesele bu berbat durumun farkında olup, olmama meselesidir. Açlık, cinayet, zulüm, suç, yoksulluk hep vardı. Bu durumu bazen fark ediyoruz bazen de fark etmiyoruz. Ama roman bu bakımdan bize yararlı olabilir.”

“Bugün 300 yıl öncesinden daha fazla yazılmıyor. Sadece o zaman yazılanların çoğu unutuldu. Aralarından 2-3 isim bugüne gelebildi. Bizden de 100 yıl sonraya 20-30 isim kalacak. Aslında bütün kurmaca türlerinde bir enflasyon var. Bir zamanlar çok başarılı olan romanlar 30-40 yıl sonra unutuluyor. Fazla da umutlu olmayalım. Ama bir faydası olacağına inanmasam, neden yazmak için çabalayayım.”

“Yazmak hikâye yazmak değildir. Belli bir dilde yazmak ve o dili biçimlendirmektir. O dili, yoğurmaktır. Unutulmamalı... Türkçe benim için bir görev. New York’ta kendimi Türkçeye borçlu olduğumu söyledim. Bu yüzden başka dilde yazmam. Bu çok önemlidir.

Bütün metinlerde mesaj vardır. Herkes metin üzerinde kendi yorumunu kurabilir. Ama bu yorumun metinle desteklenmesi gereklidir.”

Akademisyen:

“Ben üniversitede klasik dönem çalışıyorum. Sadece Türkçe yazmak konusunda söyledikleriniz, yazılarınızın mesajın ötesinde olduğunu gösteriyor. Ama Romalıların edebiyatı Yunan metni üzerine kurmasını da kıymetli buluyorum.

Siz yazarken bir dilde mesaj vermenin ötesindesiniz. Dili biçimlendiriyorsunuz. Dili yazılı biçimde daha önce hiçbir zaman ulaşamadığı düzeye getiriyorsunuz. Şiir söz konusu olduğunda sözlü biçimde ulaşamadığınız düzeye geliyorsunuz.

Eserin kalıcılığını belirleyen verilen mesajı değil, dilin güzelliği dili biçimlendirmedeki zarafeti, dilin bütün potansiyelini ortaya koymasıdır. Bunu değiştiremezsiniz. Çeviride bunun değeri tam olarak anlaşılamaz. Bir edebiyat eserini tam olarak anlamak için mutlak orijinalinden okuyup, yazarın nereye varmak istediğini dilin bütün nüansları ile güzelliği açısından anlamanız gerekir. Fakat bu da yeterli değildir eserde kullanılan dilin başlangıç noktalarından sınırlarının ötesine taşınması ve biçimleri açısından da anlaşılması gerekir.

Dil yazardan yazara geldiği sınırdan ileri gitmesi için miras bırakılır. Böylece yazarlar aynı geleneğin bir parçası olur.

Dili mümkün kılan budur. Kalıcılığı bu belirler. ‘Edebiyat dilin belleğidir.’ Dil kendi başına var olmaz. O dilde somutlaşan metinlerle var olur. İnsan belleğinin bir limiti vardır. Pek çok dil gibi Türkçe de zaman içinde değişti.”

Bilge Karasu:

“Türkçede dil değişimi başlangıç kaynaklarına dönmek şeklinde oldu. Yunus Emre, Dede Korkut vb. başlangıç kaynaklarına dönüldü. Değişimin bir kısmı da yeni durumlar için yeni kavramlar oluşturulması ile gerçekleşti.

Halk geleneği 13.-20. yy.’dan bu yana hep vardı. Bazı yazarlar saray dilini baz alarak yazdıysa da halk geleneği hep devam etti. Yazılanlar her zaman Türkçeydi.

Tarihçiler 15.yy’a kadar hep Türkçe, sonra Osmanlıca yazdı. O alanda da çok değerli eserler vardır. Baki, Şeyh Galip... O dönemlerde eğitimli insanlar kendilerini ancak Osmanlıca gibi zor bir dilde ifade edebileceklerini düşünmüş olabilir. Bu bir suç değil.

1950’ lerden bu yana insanlar okurların çoğu tarafından anlaşılacak şekilde yazıp, dillerini sadeleştirdi. Ör: Halit Ziya kitaplarını yazdıktan 35 yıl sonra sadeleştirdi. Neden? Çünkü o dil artık eğitimliler arasında bile çok kullanılmıyordu.

Yani Türkçe’de bir değişim olmadı...”

Bilge Karasu’dan Birkaç Alıntı:

  • “Yazı, insanın kendine çevirdiği en derin aynadır.”
  • “Her sessizlik, sözcüklerin dinlendiği bir yerdir.” — Gece
  • “Yalnızlık, insanın kendisiyle kurduğu en dürüst ilişkidir.” — Göçmüş Kediler Bahçesi
  • “Yazmak, bir ahlak biçimidir.” — Kılavuz

Kaynak:

 

11/10/2025
283