
Derya Yıldıran: Saramago ile Görmek
Jose Saramago’nun İzinde, Lanzorete’de Görmek
Lanzarote’ye giderken bunun bir veda olacağını bilmiyordum. Ama şimdi dönüp baktığımda, o anın içinde zamanın büküldüğünü görebiliyorum. Özgürce dolaşabildiğimiz, maskesiz nefes alabildiğimiz, insanların birbirine dokunmaktan çekinmediği çağın son günleriydi. Pandemiden hemen önce, sınırların görünmez duvarlarla örülmesinin hemen öncesinde, Kanarya Adaları’ndan Lanzarote’deydim.
Uçaktan aşağı bakarken içimde bir hayal kırıklığı vardı. Bildiğim hiçbir adaya benzemeyen bir yerdi. Ne tropikal bir cennet ne de Avrupa’nın düzenli kıyıları. Simsiyah bir zemin, lav taşlarıyla örtülü bir dünya. Ne ağaç ne nehir ne de gölge. Burada ne işim var, diye sordum kendime.
İndiğimde zaman katı olmaktan çıkmıştı, erimiş gibiydi. Burası, bir yere ait olmayan bir yerdi. Ne Avrupa’ydı ne Afrika. İspanya sınırları içinde, ama İspanya gibi değildi. Fas’a bakan kıyılarında, Afrika rüzgârı taşıyordu deniz tuzunu. Yemekler İspanyol, sokaklar sessiz, binalar bembeyaz. Ama aidiyet, coğrafi bir mesele değildi burada.
Siyah, burada ölümü değil, direnişi anlatıyordu. Lavlardan doğan bir kara parçası. Yanık izi gibi, ama izin içinde yeniden filizlenen bir yaşam var. Sadece kaktüsler, aloe veralar ve yer yer küçük şarap bağları... Doğa insana meydan okuyor. Ve bu meydan okumayı kazananlar ancak uyum sağlayanlar. Beyaz badanalı evler, fazlalıklardan arınmış. Ne bir süs ne bir ihtişam. Sade ama etkileyici.
Bu evler, tam da Saramago’nun yazdığı dünyalara benziyor. Gereksiz hiçbir şey yok, yalnızca anlatılması gerekenler var. Tıpkı onun cümleleri, fazlalıklardan arınmış, yalnızca öz. Yollar asfalt değil, kum. Bir şeyin nerede başlayıp nerede bittiğini yalnızca akış belirliyor. Sanki ayaklarının altında bir kıtanın değil, hiçliğin içinde yürüyorsun.
Burada sınırlar sabit değil. Ne adanın yolları ne onun metinleri ne de noktalama işaretleri.
Saramago için önemli olan ritimdi, akıştı, anlamın kendi yolunu bulmasıydı. Tıpkı Lanzarote’nin rüzgârı gibi, yolları insan eliyle çizilmemiş bir anlatıydı onunki.
Körlük ve Görmek
Saramago burada öldü. Ama aslında burada doğdu. Portekiz onu reddetti, ülkesinden kovdu, ama Lanzarote ona görmeyi öğretti. Körlük’te insanlar birer birer kör olurken, ilk vazgeçtikleri şey neydi?
Merhamet.
Sonra ahlak.
Sonra medeniyet.
Gözleri görenler bile görmüyordu. Ama Lanzarote’de, görmek yalnızca görenlerin elinde değildi. Burası, körlerin bile görebileceği bir ada. Çünkü burada her şeyin birden fazla anlamı var.
Saramago, Görmek’te şöyle diyordu: “Bir insanın gözlerini açması için kör olması mı gerekiyor?” Lanzorete, onun için tam da bunu ifade ediyordu.
Sınırların Dışı
Lanzarote, bir varlık sorusu soruyor. Bir ada ama hangi kıtaya ait? Avrupa’ya mı, Afrika’ya mı? Bir kıtanın sınırlarında olmak, kıtanın dışında olmak mıdır?
Fas’a sadece 125 kilometre uzaklıkta. Ama bir Afrika adası değil. Siyasi olarak İspanya’ya bağlı, ama bir Avrupa toprağı da değil. Kıtaların eşiğinde ama kıtaya dahil olmayan bir taş parçası.
Karşı kıyıda, eski adıyla Yeni Sahra var. Eski bir sömürge, haritada adı var ama bir devlete dönüşememiş. İspanya, Fas, Cezayir ve Moritanya arasında paylaşılamayan, ama kimsenin tam olarak sahiplenmediği bir toprak. Biri Avrupa’nın sınırlarında kaybolmuş bir ada, diğeri Afrika’nın kıyısında bir hayalet.
Lanzarote’nin kayaları rüzgârı dinliyor. Yeni Sahra’nın sessizliği ona çarpıyor. Bir kıtaya ait olmak, oranın sınırları içinde olmak mıdır? Peki bir sınırda olmak, dışarıda kalmak mıdır?
Aidiyet bazen bir çizgiyle belirlenir. Bazen de o çizginin her iki tarafında da olamamakla.
Ömer Şerif’in LagOmar’ı
Lanzarote yalnızca bir yazarın sürgün mekânı değildi. Burası, bir başka efsanevi adamı da kendine çekmişti: Ömer Şerif. Sonsuz çöllerin, aşkın ve destansı filmlerin adamı. Ama aynı zamanda tutkularının esiri. Onu dünyaya tanıtan film, Arabistanlı Lawrence’tı. Bu film, onu uluslararası bir yıldız yaptı. Hollywood onun çekiciliğini ve gizemini keşfetmişti. Ve o artık yalnızca Mısır’a değil, tüm dünyaya ait bir adamdı. Sonra Dr. Jivago geldi. Bu film, onu bir efsaneye dönüştürdü. Gizemli bakışları, şiirsel bir melankoli taşıyan yüzü, Ömer Şerif’i yalnızca bir aktör değil, bir mit haline getirdi. Ama onun tutkuları yalnızca sinemayla sınırlı değildi. Briç, onun en büyük zaafıydı. Bu tutku, onun hayatını ve servetini şekillendirecekti.
Lanzarote’nin Nazaret köyünde, doğrudan lav taşlarının içine oyulmuş bir ev gördü. Ve âşık oldu. Bu ev bir mağaranın içindeydi ama bir saray gibi görünüyordu. Suyun kayalara yansıdığı, ışığın duvarları dans ettirdiği bir masal dünyasıydı. Ve bir briç oyununda kaybetti. Evi aldıktan sadece birkaç gün sonra. Bazen en büyük kayıplar, en beklenmedik zaaflardan gelir. Şimdi o ev, LagOmar, bir müze. Ama burada hâlâ kaybedilmiş bir şey var. Kaybedilmiş bir cennet.
Sanki bu ada, büyük adamların kaderini bir şekilde mühürlüyor. Saramago burada sürgün edildi. Ömer Şerif burada bir rüyasını yitirdi. Ve Lanzarote, kaybolan hikâyelerin sessiz tanığı olmaya devam etti.
A Casa Jose Saramago
Saramago’nun evi, bir köşede, sessizce duruyor. Beyaz duvarları, sadeliğiyle büyüleyici. Ne bir fazlalık ne bir abartı. Tıpkı yazdığı kelimeler gibi.
Duvarlara sinmiş kelimeler var. Odaların köşelerinde tamamlanmamış cümleler yankılanıyor. Rüzgârın taşıdığı kâğıt kokusu, eski kitap sayfalarının sessiz fısıltısıyla birleşiyor
Bir masa... Saramago’nun masası. Üzerinde kalemler, eskimiş defterler, zamanın sarartığı sayfalar... Daktilosu hâlâ orada, sessiz ama her harfinde bir iz bırakarak. O masada oturduğunu hayal ediyorum. Yalnız mıydı? Yoksa kelimeler ona eşlik ediyor muydu?
Bu masa, yalnız bir adamın dünyaya meydan okuduğu yer. Bu masa, Tanrı’yla, iktidarla, körleşmiş insanlarla hesaplaştığı yer.
Kitaplarla dolu bir raf... Körlük, Görmek, İsa’ya Göre İncil.
Burada oturup kaç kez düşündü: Portekiz beni dışladı ama ben artık buna üzülmüyorum. Çünkü Lanzorete bana yeni bir göz verdi.
Lanzorete’nin siyah kayaları ona ne söyledi? Denizin uçsuz bucaksızlığı ona ne fısıldadı?
Lanzarote’nin kıyılarında yürürken, Saramago’nun burada 17 yıl yaşadığını düşündüm. Bir insan, bir yere ait olmamayı seçebilir mi? Bir ülkeye, bir şehre, bir geçmişe... Saramago bunu seçmiş miydi, yoksa ona mı seçtirilmişti? Portekiz onu görmedi. O da dünyaya dönüp en sert aynasını tuttu. “Baktığınızda ne görüyorsunuz?” Bu soruyu sordu Körlük’te. Ama en çok, Görmek’te cevapladı. Burası onun sürgünü müydü, yoksa görmenin mümkün olduğu tek yer mi?
César Manrique
Saramago’nun sesini duyar gibi oldum, ama Lanzarote’nin başka bir sesi daha vardı: César Manrique.
Ada, onun izleriyle doluydu. Lanzarote’nin her köşesinde César Manrique’in inşa ettiği yapılar yükseliyordu. Bunlar bina değildi, anıttı.
Manrique, sanatın yalnızca müzelerde sergilenen bir estetik uğraş olmadığını, doğanın içinde nefes alması gereken bir varlık olduğunu kanıtladı. O, taşlarla konuştu, lavlardan heykeller yaptı. Beton otellerle dolması beklenen Lanzarote’yi, doğal güzelliğini koruyan bir açıkhava sanat sahnesine dönüştürdü. Bugün adanın bozulmamış manzarası ve uyumlu mimarisi, tek bir sanatçının vizyonunun bir toplumu nasıl dönüştürebileceğinin en somut örneklerinden biri.
Manrique’nin “doğaya saygılı estetik” anlayışı, Lanzarote’nin UNESCO biyosfer rezervi ilan edilmesini sağladı ve adayı sürdürülebilir turizmin öncü modellerinden biri haline getirdi. O, doğanın en büyük sanatçı olduğunu savunarak, insanın ancak ona saygı duyarak değer yaratabileceğini vurguladı. Bu miras yalnızca sanatsal değil, aynı zamanda etik bir mirastı: Çevre bilinci, sürdürülebilirlik ve yerel kültüre sahip çıkma, onun eserleriyle somutlaşarak insanlara ilham verdi.
Saramago, kelimeleriyle dünyaya ayna tuttu. Manrique, kayalara dokunarak doğayı yeniden biçimlendirdi. Biri görmeyi öğretiyordu, diğeri görünmeyeni görünür kılıyordu. Ve Lanzarote, onların dünyayı değiştirme biçimlerine tanıklık etti. Bu ada, sadece bir coğrafya değil, bir soruydu. Ve biz bu soruyu yanıtlamaya cesaret edebilecek miyiz?
Görüyor musunuz? Gerçekten bakabiliyor musunuz?
Saramago bu soruyu sormaya devam edecek.
Peki ya biz? Körleşmeye mi devam edeceğiz, yoksa gerçekten görmeyi mi seçeceğiz? Ama görmek cesaret ister, görmek sorumluluk getirir. Gerçekten bakarsak, yüzleşmeye hazır mıyız?
Fotoğraflar: Derya Yıldıran