Derya Yıldıran: Ronda - Hemingway Gölgesinde, Uçurumun Kenarında

Her şehrin bir sesi vardır; bazıları ise konuşmaz, yalnızca bakar. Ronda, böyle bir yer. Kayaları sessizdir, rüzgârı kelimesiz akar. Her köşesi, yaşanmış bir korkuyu, yarım kalmış bir cümleyi, geçmişin silinmeyen izini hatırlatır.

Hemingway’in Ronda’yla kurduğu görünmez bağı dinlerken, tarihle insanın aynı sessizlikte nasıl iç içe geçtiği hissediyorsun.

Bazen dolaştığımız yer, bir şehir değil; zamanın ta kendisidir.

Bazı şehirler geçmişte kalmaz; tam da bugünü işaret eder.

 

Uçurumun İçine Düşmek

Ronda’ya vardığımda hava kapalıydı; ama bu, alışıldık bir grilik değildi. Gökyüzü, taşıdığı karanlıkla geçmişi geri çağırıyor gibiydi. Tren istasyonundan çıkar çıkmaz, bir Hemingway romanının sayfaları arasında yürüyormuş gibi hissettim. Taş sokaklarda zamanla bellek iç içeydi; havada derin bir uğultu vardı. Rüzgâr vadiden yukarı doğru tırmanıyor, şehirle birlikte içimde eski sesleri ve sessizlikleri savuruyordu.

El Tajo’nun yarığı artık sadece bir coğrafi oluşum değil, insanlığın içine açılmış derin bir çatlak gibiydi. Hemingway’in yazdığı sahne gözümün önüne geldi. Çanlar Kimin İçin Çalıyor’da elleri arkadan bağlanıp uçurumdan atılan adamlar... Taşlara çarpa çarpa düşen bedenler, yukarıda dimdik yükselen köprünün sessiz tanıklığında parçalanıyordu; boşluğun yankısı hâlâ havadaydı.

Hemingway bu sahneyi yaratmadı; tanıklığını kelimelere çevirdi. Uçurumun belleğinde ölüm vardı; ama bu, bağırarak değil, kayanın içine işlemiş derin bir sessizlik konuşuyordu.

O sessizliğe kulak kesildim.

 

Savaşın Tanığı, Uçurumun Hafızası

Hemingway, bir yere ait olmaktan çok, yolda olmaya ait biriydi. Paris’te yazdı, Madrid’de savaşı izledi, Havana’da içti, Afrika’da avlandı. İstanbul’da kısa ama iz bırakan bir duraklama yaptı. Hayatı boyunca farklı şehirleri ve çatışmaları izledi; ama içlerinden biri, onda başka bir yankı uyandırdı. Ronda, onun için bir şehir değil; bütün bu gezintilerin sonunda varılan bir eşikti.

Hemingway’in Ronda’yla ilk karşılaşması 1920’lerin başına uzanır. Paris’te Gertrude Stein’in önerisiyle boğa güreşi izlemek için İspanya’ya gelen genç yazar, Pamplona ve Madrid’in ardından Ronda’ya uğrar. Seville ona fazla süslü, fazla flamenko etkisinde gelir. Ronda ise onun deyimiyle, “çarpıcı biçimde büyüleyici”dir.

O sarsılmaz uçurum, taşlardan çok bastırılmış çığlıklarla örülmüş görünüyordu. İspanya İç Savaşı burada bir coğrafyanın izlerine değil; açık bir yaraya dönüşmüştü. 1936–1939 yılları arasında, General Franco’nun Milliyetçi güçleri ile Cumhuriyetçiler arasında cepheler, kasabalar bölünmüştü. Ronda’da Cumhuriyetçi yanlıları, Milliyetçi oldukları düşünülen sivilleri çoğu zaman komşularını, hatta akrabalarını elleri arkadan bağlanmış halde El Tajo’nun kenarına getirir, derin yardan aşağıya savururdu. Bu sahne, Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanında kurmacaya dönüşürken, gerçekte yaşananların yankısını taşır. Burada ölüm bir savaş istatistiği değil, toplumun kendi içine işleyen bir yaraydı. Bu boşluk bu yüzden yalnızca bir manzara değil hem siyasi hem insani bir kırılmanın taş kesilmiş hafızasıdır ve bu yara, aradan geçen on yıllara rağmen kapanmamıştır.

Cumhuriyetçilerle Milliyetçiler arasındaki çatışma, sırf cephelerde değil; kasaba meydanlarında, taş duvarların gölgesinde yaşanmıştı. Kolları sıkıca bağlanmış; insanlar kendi komşularını, tanıdıklarını, geçmişlerini uçuruma göndermişti.

Hemingway’in bu sahneleri yazarken ne hissettiğini artık merak etmiyorum. Buradaki ağırlık okunmaz; içe çekilir, yaşanır. Taşa dokunduğunda, düşen bir bedenin sesinden çok, sessizliğe gömülmüş bir toplumun soluğunu duyarsın.

O dönem Hemingway savaşın tam ortasında Madrid’deydi. Bir muhabirden fazlası; doğrudan tanıklık eden biriydi. Onu ilgilendiren ideolojiden çok, insanın kendine karşı geliştirdiği yok ediş biçimiydi. Silah seslerinden çok, insanın insanı susturduğu anlar ilgilendiriyordu onu. Çünkü yazdıkları savaşın “neden”ine değil; insanı içeriden nasıl parçalandığına odaklanır.

 

Ölümle Dans

Plaza de Toros’un taş duvarlarından yankılanan yalnızlık, bir tek geçmişin değil; insanın kendi sonuyla yüzleşmesinin de yankısıydı. Arena onun için insana kendi yüzünü gösteren bir aynaydı. Burada dökülen kan, hayvanların ötesinde; bir uygarlığın bastırdığı arzulara, korkulara ve onur arayışına aitti.

1923’te genç Cayetano Ordóñez, boğa karşısına ilk kez çıktığında bedeniyle meydan okudu. Hemingway bu cesareti hiç unutmadı. Fiesta’daki Pedro Romero karakteri, onun izini taşıdı. Gerçek ile kurmacayı birbirine bağlayan bu figür, Hemingway’in boğa güreşini ölüm metaforuna dönüştürmesinin başlangıcıydı.

Yıllar sonra, Cayetano’nun oğlu Antonio Ordóñez, babasının izinden yürüdü. 1959’da Hemingway, Antonio ile rakibi Miguel Dominguín’in rekabetini izlemek için yeniden Ronda’ya döndü. Bu bir yazı dizisinden fazlasıydı; belki de bir vedaydı. Tehlikeli Yaz, onun boğalara değil, hayata da nasıl baktığının kaydıydı: tehlikenin kıyısında, yorgun ama hâlâ bakmaya cesaret eden bir bakışla.

İspanyol kültüründe ölüm sahneden çekilmez; tam tersine, merkeze yerleştirilir. Lorca’nın dizelerinde, Goya’nın karanlığında, Picasso’nun Guernica’sında olduğu gibi merkeze yerleştirilir.  Her yerde ölüm çıplak ve kaçınılmazdır. Hemingway’in dünyasında da ölüm, kaçınılacak bir son değil; doğrudan yüzleşilecek bir gerçekti. Üstelik o yüzleşme, onun elinde estetik bir biçime dönüşürdü.

Guernica, bir bombardımandan çok daha fazlasıdır: bir halkın acısının, bedenin parçalanışının ve masumiyetin sonsuza dek yitirilişinin görsel anlatısı. Boğa arenalarında ölen hayvan kadar, bombalanan bir şehirde dağılan bedenler de aynı şeyi fısıldar: insan ölümü seyretmekten asla vazgeçmez, ama onunla yüzleşmeyi çoğu zaman erteler.

Öğleden Sonra Ölüm, onun için boğa güreşi üzerine yazılmış bir kitaptan fazlasıydı; adeta bir varoluş anatomisiydi. Matador, onun gözünde bir dövüşçüden çok; insanın kendi sonuna karşı susmadan duruşuydu. O an geldiğinde mesele kaçmak değil; göz göze gelebilmektir.

Ronda’nın arenası bu yüzden yalnız taşla örülmemiş, direnişle yoğrulmuştur. Hemingway, her hikâyesinde boğanın karşısına çıkan o figürü yeniden ve yeniden yazdı:

Bir adam, tek başına; ölümün tam karşısında.

Ve orada, hayat başlıyordu.

 

Ronda’nın Yalnızlığı, Hemingway’in Melankolisi

Hemingway, Ronda’yı “balayı için en güzel şehir” diye tanımlar. O cümle burada bitmez; devamında şöyle der: “Eğer aşk burada işe yaramazsa, Paris’e gidip kendi dostlarınızı yaratmanın zamanı gelmiş demektir.

Hemingway’in romantizmi asla saf değildi. Aşka inandı, evet; ama onun kadar aşktan kaçan, ondan korkan bir yazar az bulunur edebiyatta. Kadınları sevdi; ama onlara yaklaşmak yerine uzak durmayı seçti. Her seferinde biraz daha eksildi, biraz daha uzaklaştı. Belki de bu yüzden sevdi Ronda’yı. Çünkü Ronda’da, birine ait olmaktansa uzakta var olmayı seçen bir yer gibiydi.

Silahlara Veda’daki Catherine Barkley, onun kadınlarla kurduğu zor ilişkinin edebi izidir. Aşk, bu romanda bir sığınak değil; savaş sonrası sessizliği temsil eder. Yıkıcıdır; kayıpla doludur. Hemingway’in erkek kahramanları bu sessizliğe, kendi içlerine çekilerek karşılık verir.

Bu içe kapanış, taş kesilmiş hâlidir.

Geceleri şehir, başka bir kılığa bürünür. Işıklar titrek, adımlar yankılıdır. Rüzgâr, uzaklardan bir gitar sesi taşır; ama o ezgi asla tamamlanmaz. Ronda’da her şey, söylenmemiş bir cümlenin ucunda asılı kalır. Sanki biri bir şey söyleyecekmiş gibi; ama hep tam orada, duraklamada kalır:

Tamamlanmamış.

Eksik.

Uzakta kalmış...

Hemingway, o eksiklikte kendini buldu. Aşkın bir tamamlanma değil; geride bırakılmış bir kırılma olduğunu biliyordu. Belki de bu yüzden Ronda’yı sevdi: çünkü bu şehir, asla tam sevilmeyen ama hep hatırlanan bir kadına benziyordu.

 

Sessiz Direnişin Estetiği

Plaza de Toros’un taş basamaklarında durdum; arena bomboştu. O an sessizliğin neden bu kadar ağır olduğunu anladım. Çünkü burada izlenen her dövüş, yalnızca boğayla matador arasında değil; insanla kendi sonu arasında geçen bir mücadeleydi. Hemingway için arenaya her çıkış, bir romanın başlangıcıydı.

Onun kahramanları asla zaferle kutsanmaz. Kaybettiklerinde bile başları diktir. Santiago, “Bir insan yok edilebilir ama mağlup edilemez, dediğinde Hemingway’in hayatla kurduğu o inatçı bağı da fısıldıyordu. Robert Jordan, Frederic Henry, Jake Barnes... Hepsi bir eşikte durdu. Vazgeçmediler. İçlerinden kırıldılar; ama geri adım atmadılar.

Hemingway’in dünyasında cesaret, haykırmakla değil; taşların üstünde sessizce durmakla gösterilirdi. Bu, gösterişli değil; içten içe kanayan, sessiz bir cesaretti. Tıpkı boğanın karşısında duran matador gibi: herkesin baktığı, ama kimsenin tam olarak anlayamadığı bir anın içinde...

Hemingway’in tüm kahramanları bu dansa bir şekilde katıldı. Hepsi sınırda durdu; kazanmaktan çok, nasıl durduklarıyla hatırlandılar. Çünkü onun için önemli olan sonuç değil, direnişin biçimiydi. Bu şehirde hâlâ yankılanan, o direnişin sesi.

Onun dünyasında erkek olmak; savaşa gitmek, sevdiğin kadının bakışında çıplak kalmak ve gece aynada kendine bakarken geri adım atmamakla ölçülürdü. Tam orada, içten gelen o tek soru hep dururdu, dile gelmese de: Yeterli miyim?

Yazamadığı cümleleri, karakterlerine fısıldadı. Santiago’nun yalnızlığı, Robert Jordan’ın sessiz vedası, Frederic Henry’nin çaresizliği… Hepsi, onun kendi iç sesiyle hesaplaşmasıydı. Her karakter eksikti, yaralıydı; tıpkı onun gibi.

Sonra bir gün, kelimeler kesildi. Belki de o sabah tüfeğini alıp sustu. Belki de o gün son cümlesini yazdı. Geriye sözcüklerden çok, bir durgunluk kaldı.

Bu durgunluk Ronda’da hâlâ dolaşıyor: taşlarda, vadiden tırmanan rüzgârda, boş arenada. Söylenmeyen, bir insanı çoğu zaman ne söylediği değil; neyin eşiğinde sustuğu anlatır.

Suskunluk benim içime de yerleşti.

Hemingway’in Ronda’sı da buydu: yazıya dökmediği ama hissettirdiği her şeyin mekânı. Gücün değil, kırılganlığın taşlara kazındığı yer.

Biz, onun hikâyelerini her okuyuşumuzda, o büyük soruya kendi cevabımızı aramaya devam ediyoruz: Karanlığın içinde, sessizliğin tam ortasında, uçurumun kenarında.

Fotoğraflar: Derya Yıldıran

18/08/2025
444