
Derya Yıldıran: Ardından - Mario Vargas Llosa
“Yazmak gibi, okumak da, hayatın yetersizliklerine karşı bir protestodur.”
Bir anlatıya yeni düşmüştüm ki, ölüm haberi geldi. Elimdeki Yeşil Ev’di. Daha karakterlerin yüzünü tam seçememiştim, sadece anlatının ritmine kapılmış, yavaş yavaş içine çekiliyordum. Ama cümlelerin arasına bir ağırlık girdi: artık olmayan bir sesin gölgesi. Yazarın ölümüne çarpmak... Bu, sadece bir kitabın yarım kalması değildi. Onunla kuracağım diyaloğun sessizlikle başlamasıydı. Kitabın sayfaları, o andan sonra geçmişe açılan bir alan oldu; çünkü artık bu hikâye bir geleceğe doğru akmayacaktı, sadece geriye yankılanacaktı.
Ama romanın havası, o çok katmanlı yapısı, içimde bir sarsıntı yaratmıştı bile.
Yeşil Ev, bir roman gibi değil, bir labirent gibiydi. Hikâyeler, birbirine dokunmadan akıyor gibi görünse de yer altından aynı acıya bağlanıyordu. Bir genelevin sessizliğiyle bir manastırın yankısı, bir kasabanın tozu ile Amazon’un derinliği, sanki aynı adaletsizliğin farklı suretleriydi. Vargas Llosa bu kitapta yalnızca mekânları değil, sömürünün, suskunluğun ve bastırılmış arzuların birbirine karıştığı bir anlatı kurguluyordu. Görünenin ardında, çatlayan bir bellek vardı.
Beklemediğim bir hüzün çöktü içime. Vargas Llosa’yla kurduğum bağın, metinle değil, metnin eksildiği anda ortaya çıktığını fark ettim. Belki de bazı yazarlar ölünce, sadece bedenleri değil, içimizde taşıdığımız bir çağ da susar. Vargas Llosa, o çağın hem tanığıydı hem çelişkisiydi. Şimdi sustu. Ama bıraktığı boşluk, yalnızca edebi değil; düşünsel, tarihsel, kişisel bir yankıydı.
Belki de en çok Teke Şenliği’yle çarpar insanı Vargas Llosa. Trujillo diktatörlüğünü anlattığı bu roman, yalnızca bir tarihsel kurgu değil; aynı zamanda bir korkunun, bir suskunluğun, bir iktidar dilinin bedenleştirilmiş hâlidir. Teke Şenliği’nde Vargas Llosa, edebiyatla iktidar arasındaki en karanlık bağı kurcalar. Sadece şiddeti anlatmaz; şiddetin dilini, anlatıdaki biçimini, bellekteki izini sorgular. O kitapta, her şeyin kontrol altında olduğu bir rejimin içinden patlayan çatlaklar vardır. Ve o çatlaklarda yine Vargas Llosa’nın anlatıcı sesi dolaşır: yorulmuş, bilenmiş ama hâlâ dirençli.
Yakın zamanda okuduğum Zor Zamanlar ise, bu karanlık politik anlatının güncel bir versiyonu gibiydi. 1954’te Guatemala’da CIA destekli darbeyle devrilen başkan Árbenz’in hikâyesini merkezine alan roman, yalnızca bir rejim değişikliğini değil, iktidarın yalanla nasıl beslendiğini anlatır. Bu kitap, Teke Şenliği ile Vargas Llosa’nın diktatörlük anlatılarını bir üçgen gibi tamamlar: Peru, Dominik ve Guatemala. Her üçü de anlatının içinden parçalanan ulusların, suskun kalmış halkların, dış müdahale ile şekillenen trajedilerin hikâyesidir.
Ama Vargas Llosa’nın tanıklığı yalnızca Latin Amerika’yla sınırlı kalmadı. Kelt Rüyası’nda, bu kez Roger Casement’in yaşamı üzerinden Kongo, Amazon ve İrlanda’ya uzandı. Batı’nın “medeniyet” söyleminin arkasındaki barbarlığı, sömürgecilik anlatılarının içinden çekip çıkardı. Bu roman, Vargas Llosa’nın yalnızca kendi kıtasının değil, bütün dünyanın vicdanını yazabileceğini gösterdiği, geç gelen ama eksilmeyen bir anlatı gücüdür.
Vargas Llosa, Latin Amerika Boom hareketinin öncülerindendi.
1960’lardan itibaren Gabriel García Márquez, Julio Cortázar ve Carlos Fuentes gibi yazarlarla birlikte, Latin Amerika edebiyatını yalnızca dünya sahnesine değil, bambaşka bir düşünsel evrene taşıdı. Bu hareket, sadece biçimsel bir devrim değildi; aynı zamanda bir dilin, bir belleğin, bir kıtanın uyanışıydı. Ama Vargas Llosa, bu edebi patlamanın tam ortasında, hep biraz başka bir yoldan yürüdü. Anlatı onun için yalnızca bir araç değildi; bir sorguydu, bir yapıyı deşme çabasıydı.
Okurken hep bunu hissettim: cümleler bana bir hikâye anlatmaktan çok, o hikâyeyi kurarken parçalanan zamanı gösteriyor gibiydi. Onun romanlarında olaylar akmaz, katlanır; zaman çizgisi dümdüz ilerlemez, kıvrılır, çatlar, kırılır.
Bir karakterin içinden geçerken başka bir karakterin suskunluğuna, bir anlatıcının cümlesinden başka bir anlatıcının yarasına düşersiniz. Ve bu geçişler yalnızca anlatı tekniği değildir; onlar, belleğin sızdığı, tarihin yeniden yazıldığı, suskunlukların konuşmaya başladığı çatlaklardır.
Teke Şenliği, Mayta’nın Öyküsü, Kent ve Köpekler... Her biri başka bir dilin denemesidir aslında. Ve o dilin derdi hep aynıdır: baskıyı çözmek, iktidarı ifşa etmek ve belki de en zoru adaletin hayalinden vazgeçmemek.
Peki, neden büyüktü bu edebiyat?
Çünkü yalnızca hikâyeler anlatmadı; karmaşık yapılar kurdu, zamanla savaştı, anlatıcıyı çoğullaştırdı, mekânı edebi bir gerilime dönüştürdü. Onun romanları, düz çizgide akan olaylar değil, her satırda başka bir kırılmanın, başka bir çelişkinin içine açılan edebi haritalardı. Vargas Llosa’nın metinleri, zaman ve mekânı katmanlaştıran, anlatıyı daima birkaç düzlemde ilerleten bir örgüye sahipti. Özellikle Teke Şenliği ve Mayta’nın Öyküsü gibi romanlarında uyguladığı, sahneler arasında zaman ve anlatıcı kayarak ilerler; bir olay, başka bir olayın içine açılır, geçmişle şimdi iç içe geçer. Bu geçişler, yalnızca kurgusal değil; belleksel, siyasal ve duygusal çatlakları da eş zamanlı biçimde açar. Kent ve Köpekler’de bir askeri okulun içinden ülkenin baskıcı yapısını çözerken, Elebaşı Halılar, Hergeleler’de ise yerli halkın sesini, efsanelerle ve söylencelerle örülü bir anlatıya dönüşürdü; modern dünyanın kıyısında kalan sesleri merkezde tutmak istedi. Ama ne yazarsa yazsın, hep bir şeyi aradı: adaletle edebiyat arasındaki kırık bağı.
Nobel Edebiyat Ödülü’nü 2010’da aldığında, yalnızca romanlarıyla değil, “güçlü anlatı teknikleriyle bireyin direncini ve başkaldırısını yansıttığı için” onurlandırılmıştı. Bu, sıradan bir edebi tanım değildi. Çünkü Vargas Llosa, bireyin sesiyle sistemin dili arasında bir gerilim kurardı. Onun karakterleri, sadece acı çeken insanlar değil; çoğu zaman kendileri de acının failiydi. Çünkü gerçek hayatta da roller bu kadar basit değildi.
Vargas Llosa’nın edebiyatı, Peru’nun çatışmalı tarihine doğrudan bağlıydı. Hem Lima’nın modern yüzünü hem de Amazon’un derinliklerinde unutulmuş halkları aynı anlatının içine yerleştirebilmek, onu benzersiz kıldı. O, yalnızca bir ülkeyi değil, o ülkenin parçalanmış ruhunu yazdı. Peru, onun kaleminde bir coğrafya olmaktan çıkar; bir travma, bir hafıza, bir yanılgı hâline gelir.
Ama Vargas Llosa yalnızca bir romancı değildi; fikirleriyle de var olmak isteyen, tartışmalardan beslenen bir entelektüeldi. Gençliğinde devrimciydi. Fidel Castro’ya duyduğu hayranlık, onu bir kuşağın umutlarına ortak etmişti. Ama sonra, o umut kırıldı. Küba Devrimi’ne olan inancı, ifade özgürlüğüne getirilen yasaklarla, eleştiriyi susturan o tek sesli düzenle birlikte çatladı. O andan itibaren, Vargas Llosa kendine başka bir yol çizdi. Bireysel hakların, liberal demokrasinin, piyasa özgürlüğünün savunucusuydu artık. 1990’da Peru’da başkanlık yarışına girmesi, onun edebiyatı aşan bir kamusal figür olma arzusunun göstergesiydi.
Bu politik dönüşüm birçok okur için karmaşık bir duyguya dönüştü. Kimileri için bir hayal kırıklığı, kimileri içinse bir açıklık. Benim içinse bu, bir çelişkiyi taşıma biçimiydi.Çünkü onun romanlarında da bu çelişkiler vardı zaten. Karakterleri çoğu zaman ne kahramandı ne kurban. Bazen direnen, bazen yöneten, bazen yıkan ama hep soran insanlardı.
Tıpkı kendisi gibi.
Vargas Llosa, kıtanın ortak hayalini taşıyan yazar değildi belki; o hayale inancını yitirmiş, bireysel kurtuluşu önceleyen bir figür olarak görülmeye başlandı. Ama edebiyatı, tüm bu çelişkileri taşıyabilecek kadar genişti.
Benim Vargas Llosa’yla kurduğum bağ, fikirlerinden çok metinlerinden geçiyordu. Onun romanlarında, Peru’nun kırık aynasında yalnızca bir ülkeyi değil, insan ruhunun çoğalan çatlaklarını gördüm.
Çünkü büyük yazarlar bazen fikirleriyle değil, bize gösterdikleri o çatlakla kalırlar.
Ve belki de edebiyat, tam da o çatlakta başlar.
Vargas Llosa’nın metinleri bu karmaşayı taşımaktan hiç çekinmedi. Çünkü onun cümleleri, adaletle iktidar arasındaki kopuşa, özgürlükle korku arasındaki sarkaçta salınan bireye, ayrımcılığın ve fanatizmin sessizce işlediği toplumsal yapıya dokunuyordu.
Bazen hayranlık değil, rahatsızlıkla korur insanı büyük edebiyat.
Tam da bu yüzden, unutulmazdır.
Ben hâlâ Yeşil Ev’in içindeyim. Romanın yaprakları arasında, bir sesin izini sürüyorum. Kitap bitmedi ya da belki de ben bitirmedim onu. Çünkü bazı metinler, bir sona ulaşmaz. Vargas Llosa’nın cümleleriyle ilerlerken, onun susmuş olduğunu bilmek; yalnızca bir yazarın yokluğunu değil, bir dönemin içimizde açtığı boşluğu hissettirdi.
Ölüm haberini ilk duyduğumda, kelimelerin anlamı değişti. O andan sonra okuduklarım sadece hikâyeler değil, geride kalan bir zihnin son yankılarıydı. Yeşil Ev’deki çatlaklar artık kurmaca değilmiş gibi geldi; çünkü onun anlatısı yalnızca kurduğu dünyaları değil, içimizde sakladığımız soruları da dillendiriyordu: Sessizliğe nasıl katlanılır? Hafıza nasıl taşınır? Ve en önemlisi, edebiyat bir yokluğu ne kadar taşıyabilir?
Vargas Llosa sustu. Ama o sustuğunda, cümleler daha derinden konuşmaya başladı. Onun romanları, hâlâ bize sesleniyor. Kimi zaman bir sorguyla, kimi zaman bir çelişkiyle.
Çünkü büyük edebiyat bazen yol göstermez. Sadece o yolda yalnız olmadığımızı hatırlatır.