
Derya Yıldıran: Anlatının İzinde - Yasın Kenarında
Eskiden mahallede biri öldüğünde, tanıyalım ya da tanımayalım, hepimiz sessizleşirdik. Çocuklara yüksek sesle konuşmamaları tembihlenir, komşular birbirinin evinin önünden geçerken adımlarını yavaşlatırdı. Düğünler iptal edilir, televizyonlar açılmaz, yüksek sesle konuşulmaz, kahkahalar içe çekilir, hayatın sesi bir süreliğine alçaltılırdı. Yas sadece öleni değil, geride kalanları da içine alırdı. Acının sınırları belirsizdi ama hepimize temas ederdi. Bu bir görgü değildi yalnızca; bir toplumsal sezgi, ortak bir yas kültürüydü. Ölüm gösterilmezdi. Hissedilirdi. Ve o his sessizlikle çoğalırdı. Bu ritüeller, bir topluluğun yasla ilişkisini sessizlikle kurabilmesinin hafızasıydı. Bugün o hafıza yerini anlık ve kamusal tepkilere bıraktı. Bu yaşayan bir hafıza biçimiydi. Acıya ayrılan yer, yalnızca kaybedilenin değil, geride kalanların da insanca kalabildiği bir boşluktu. Herkes, hiç tanımadığı birisinin ölüsü nedeniyle bile aynı sessizliği paylaşarak insanlığını hatırlardı.
Şimdi ise o sessizliğin yerini, hızla üretilmiş görseller, anlık tepkiler ve algoritmaya uygun tepkiler aldı. Yas artık mahrem değil; gösteriye dönüştürülebilir bir içerik. Duygular, düşünceler ve kayıplar, görünür olmadıklarında geçersiz sayılıyor. Byung-Chul Han’ın “şeffaflık diktatörlüğü” dediği şey tam da burada başlıyor... Yasın gösteriye, empatinin performansa dönüştüğü bu yeni rejimle, yalnızca birey değil; yazar, sanatçı, düşünür de bu dönüşümün parçası haline gelir.
Yaşadığımız çağ, duyguların dışavurumuna değil, teşhirine değer biçiyor.
Bir düşünceyi savunmak yetmiyor; o düşüncenin nasıl göründüğü, kaç beğeni aldığı, nasıl estetikleştirildiği önem kazanıyor. Aynı şey duygular için de geçerli: Yas, acı, öfke, umut gösterilmedikleri sürece eksik, eksik olduğu sürece geçersiz sayılıyor. Bu çağda, görünürlük bir mecburiyet. Artık hiçbir şey gizlenemez değil; hiçbir şey gizli kalmamalı. Çünkü gizlilik, şüphe uyandırıyor. Sessizlik, duyarsızlıkla karıştırılıyor. Düşüncenin geri çekilmesi, zayıflıkla.
Bireyin kendini sürekli olarak görünür kılma zorunluluğu, bir özgürlük biçimi değil; yeni bir baskı modelidir. Bu, duyguların dahi ölçülebilir, paylaşılabilir ve değerlendirilebilir nesnelere dönüştürülmesini beraberinde getiriyor. Birey artık kendi iç dünyasını düzenlemiyor; onu optimize ediyor. Duygular bile kişisel markanın bir parçası hâline geliyor. Empati, bir iç deneyim olmaktan çıkıp bir görsel jeste, bir anlatı performansına dönüşüyor.
Bu dönüşümün en net biçimde izlendiği alanlardan biri de sosyal medya. Bir kaybın ardından yapılan paylaşımlar, yasın kendisinden çok, yası tutanın kim olduğuna dair verilerle dolu. Paylaşımın tonu, görselin uyumu, doğru hashtagler, estetik bir imge ve üzerine iliştirilmiş kısa bir cümle: “Çok üzgünüm.” Bu cümle bazen siyah fonun üzerine yazılıyor, bazen filtreli bir fotoğrafın altına. Ama neyin üzgünlüğü bu? Gerçek bir yas mı, yoksa “üzülüyormuş gibi görünmenin” onay getireceğine dair sessiz bir uzlaşma mı?
Bu sorular soyut görünse de yanıtları güncel hayatın içinden çıkıyor. Yakın zaman önce Bolu Kartalkaya’da çıkan yangında otuz altısı çocuk yetmiş sekiz insan hayatını kaybetti. Büyük bir felaket, toplu bir yıkım. Kolektif hafızada açılan derin bir yaraydı. Ancak sosyal medya akışına bakıldığında, felakete verilen tepkilerin biçimi son derece dikkat çekiciydi. Pek çok kullanıcı, bölgeyle ilgili geçmişte çekilmiş kişisel fotoğraflarını paylaşarak, yangına dair üzüntülerini dile getirdi. Yani bölge yandığında, birileri kayak tatilinden kalan kareleri paylaşıyor; geçmişin estetiğiyle bugünün felaketine “tanıklık” etmeye çalışıyordu. Bu bir yas biçimi değildi; bir içerik stratejisiydi.
Daha da ilginç olanı, bu tür paylaşımların hemen ardından gelen görüntülerdi: Bir şarap kadehi, bir kutlama, bir müzik listesi. Acı ile keyif arasında yalnızca bir ekran kaydırması vardı. Oysa gerçek yas, zamansızdır. Duygular arasında geçiş butonları yoktur.
Story mantığına göre, bir önceki karede yas tutulabilir, bir sonraki karede hayat “devam edebilir.” Bu geçiş, duygunun doğasına değil; görünürlüğün doğasına ait bir geçiştir. Çünkü artık bizden duygularımızı taşımamız değil, göstermemiz bekleniyor. Bugünün iktidarı bizi susturmaz; tersine, sürekli paylaşmaya, görünür olmaya, duygularımızı ifşa etmeye çağırır. Mührü dayatma, emir değil, bir “like”tır. Paylaştığımız her şey, bir onay işaretiyle ölçülür. Yas bile, bu döngüye uyumlanmış bir hikâyeye dönüşebilir. Ve belki de bu yüzden artık telefonlar yalnızca iletişim araçları değil; Han’ın deyimiyle, “dijital kutsal nesneler” hâline gelmiştir. İçimizden geçen her şeyin hem taşıyıcısı hem vitrinidir o ekranlar. Ama belki de bazı duygular hâlâ yalnızca taşınmak içindir, gösterilmek değil.
Acının teşhir biçimleri artık yalnızca ölüm sonrasıyla sınırlı değil. Yoğun bakımda bilinci kapalı yakınlarının başında çekilen fotoğraflar, hastane odasında “selfie”ye dönüştürülmüş vedalar, mezarlık ziyaretleriyle devam eden bir görsel zincire dönüşüyor. Bu zincirin her halkasında mahremiyet biraz daha çözülüyor; acı, gitgide daha estetik bir içerik hâline geliyor. Birey artık duygularını yaşamıyor; sahneliyor. Bu sahneler giderek daha çıplak, daha filtreli, daha yakın plan hâle geliyor. Sosyal medyada mezarlık ziyaretleri, kaybedilenin mezar taşı önünde çekilen videolar, gözyaşının selfieye eşlik ettiği kareler, bir acının sessizliğini değil; onun dijital yankısını büyütmeyi amaçlıyor. Bu, acının içinden gelen bir anlatım değil; acının pornografisi. Yasın mahremiyeti kalmadığında, acı da sahici niteliğini kaybediyor. Gösterinin nesnesi hâline geliyor. Ve bu sahneleme, yalnızca başkasının acısına değil, kendi duygularına da yabancılaşmayı getiriyor. Bir başkasının kaybı karşısında duyulması gereken sarsıntı, yerini “doğru paylaşım” yapıp yapmadığımızın endişesine bırakıyor. Ve sonunda, gerçek empati kayboluyor; çünkü empati yalnızca gösterildiği kadar “geçerli” oluyor.
Bu çağda yalnızca bireyler değil, edebiyatçılar da görünürlük ekonomisinin devinimine kapılmış durumda. Büyük bir felaketin hemen ardından sosyal medya akışına düşen ilk şeylerden biri, artık yalnızca yas ya da tanıklık değil; edebi üretimin tanıtımı olabiliyor. Şiir kitapları, anlatılar, köşe yazıları ya da romanlar henüz cenaze toprağa verilmeden, ölenin adıyla birlikte yeniden dolaşıma sokuluyor. Paylaşılanlar çoğu zaman bir söz değil; bir sürüm stratejisi. Bu strateji, hızla görünür olmakla, içerikle gündeme “eklemlenmekle” çalışıyor.
6 Şubat Depremi, yalnızca şehirleri değil, bir ülkenin hafızasını da yerle bir etti. Ancak bu yıkımın ardından gelen bazı edebi ve medya içerikleri, yası paylaşmaktan çok, o yası biçimlendirme ve anlamlandırma telaşıyla kaleme alınmış gibiydi. Henüz cenazeler enkaz altındayken, bir gazete, deprem fotoğraflarına eşlik eden yazılar yayımladı; bazı içerikler, acının estetikleştirilmiş bir versiyonu gibi sunuldu. “Umut” teması etrafında dolaşan bu ifadeler, yıkımın yarattığı sessizliğe eşlik etmek yerine, o sessizliği hızlıca doldurmayı tercih etti.
Bu tür örneklerde dikkat çeken şey, acının nesnesi değil, onu anlatanın duruşu, dili ve görünürlüğü oldu. Kamusal yas, bir anlatı hamlesine dönüştü. Estetik ile etik arasındaki çizgi öylesine inceldi ki, yazının niyetiyle etkisi birbirine karıştı. Belki de sorun, yazmakta değil; ne zaman ve hangi pozisyondan yazıldığında saklıydı. Böyle zamanlarda kalemin ağırlığı, kelimelerin inceliğiyle değil, beklemeyi bilmesiyle ölçülür. Çünkü bazı anlarda susmak, yalnızca bir suskunluk değil; bir tanıklık biçimidir. Ve yazı, bazen oraya, yani henüz söze dönüşmemiş olanın kıyısında durmayı öğrenmek zorundadır.
Oysa edebiyat, güncel olanın tam merkezine değil, çeperine doğar. Walter Benjamin’in dediği gibi, “gerçek anlatıcı, olayın değil, olayın yankısının anlatıcısıdır.” Acının içinden konuşmak ile acının zamandaki tortusunu işitmek arasında çok büyük bir fark vardır. Felaketin hemen ardından yazılan metin, çoğu zaman bir düşünce değil, bir refleks taşır. Edebiyat, refleksin değil, birikimin alanıdır.
Bugün bir cinayetin ardından, bir doğal afetin ardından, bir siyasi infazın ardından neredeyse eşzamanlı olarak paylaşılmış “eserler”, bir edebi tavırdan çok bir görünürlük refleksine işaret ediyor. Bu, yalnızca estetik değil; etik olarak da tartışmalı bir tutumdur. Çünkü bir acıya tanıklık etmekle, o acının üzerinde konumlanmak arasında ontolojik bir fark vardır. Biri beraber yürümeyi gerektirir, diğeri yukarıdan bakmayı.
Edebiyatçı, eğer felaketi kendi metnine fon olarak kullanıyorsa, artık acıya eşlik eden değil; acıyı kullanan bir figüre dönüşür. Bu yalnızca edebiyatın değil, kamusal ahlakın da çözülmesidir. Theodor Adorno’nun Auschwitz sonrası şiir yazmanın “barbarlık” sayılabileceğine dair uyarısı, edebiyatın acıyla kurduğu ilişkinin ne kadar dikkatle inşa edilmesi gerektiğini gösterir. Buradaki mesele şiir yazmak değil; ne zaman, neye karşı, neyle birlikte yazıldığının hesabını verebilmektir.
Bu tür tepkilerde, yazının dokusunda düşünce değil; “gündeme entegre olma kaygısı” okunur. Şairin sorusu artık şu değildir: “Ne anlatmalıyım?” onun yerine şunu sorar: “Şimdi bunu söylersem görünür olur muyum?” Bu, şiirin, romanın, anlatının değil; onaylanma arzusunun dilidir. Ve bu dil, yalnızca hakikati değil, yazının kendisini de deforme eder.
Elbette bir kaybın ardından yazmak, düşünmek, anmak, anıları hatırlamak ve paylaşmak hem insani hem de toplumsal bir ihtiyaçtır. Hele ki Sırrı Süreyya Önder gibi bu ülkenin derin yaralarına dokunmuş bir insanın ardından...
Ama bazı zamanlar vardır ki, söz erken gelir. Yas henüz sessizliğe bile varamamışken söylenen cümleler, farkında olmadan kaybın kendisini değil, paylaşanı öne çıkarabilir. Belki de mesele ne söylendiği kadar, ne zaman ve nereden söylendiğindedir. Anı yazmakla, onu hızla paylaşmak arasında bazen farklar oluşabilir. Özellikle kamusal yasla kişisel görünürlük arzusu arasındaki çizgi, bu tür zamanlarda kolayca bulanıklaşır.
Sırrı Süreyya Önder’in ardından gelen bazı paylaşımlar, onun düşünsel mirasını anmaktan çok, kişisel tanıklıkları öne çıkarıyordu. “Fikirlerine katılmıyordum ama...” diye başlayan cümleler, onun sözünden çok, o söze karşı konumlanan bir benliğin altını çizdi. Oysa kaybedilen, bir karşılaşma değildi; bir ses, bir söz, bir izdi. Barışın diliyle konuşuyor, sesi duyulmayanların yanında duruyordu. Onun kıymeti yalnızca ne söylediğinde değil, o sözü hangi yerden söylediğindeydi. Belki de onun ardından konuşmak, sadece kendi tanıklığımızı değil, taşıdığı sözün ağırlığını da duyumsayarak yapılabilirdi.
Ama evet, artık zaman değişti. Dünyanın ritmi hızlandı, gündem hiç durmuyor, sesin yankısı anında ölçülüyor. Bugün paylaşmak çoğu zaman bir refleks gibi yaşanıyor; bazen acı da farkında olmadan bir içerik haline gelebiliyor. Sessizlikse çoğu zaman yokluk gibi algılanıyor.
Oysa bir zamanlar, bir mahallede biri öldüğünde herkes sessizleşirdi. Televizyonlar açılmaz, kahkahalar ertelenir, ayak sesleri yavaşlardı. Ölümü tanımasak da ağırlığını taşırdık. Sessizliğin ortaklaştığı, yasın paylaşımdan değil, sükûnetten büyüdüğü zamanlardı. Belki de tam bu yüzden, şimdi sessizliğe yeniden dönmek gerek. Görünmeden eşlik etmeyi, konuşmadan anlayabilmeyi, tepki vermeden durabilmeyi hatırlamak gerek. Çünkü bazı duygular hâlâ sessizlikte kalırsa büyür.