
Derya Yıldıran: Anlatının İzinde - Sızan Gerçeklik ve Hayaletler
HAYALETLER (1967) CESAR AİRA (1949)
Bu metin, tamamlanmamış olanın içinde yankılanan bir ses olarak yazıldı. César Aira’nın Hayaletler romanı üzerinden, eksiklik, gölgeler ve mekânla örülü bir düşünsel yolculuk. Kitabı okumuş olmanız gerekmiyor; bazen bir hayaletle tanışmak için yalnızca duvara yaslanmak yeterlidir.
Bir bina. Yükseliyor ama tamamlanmamış. Katları çıkılmış, duvarlar örülmüş ama içinde kimse yaşamıyor. Geceleri rüzgâr boş koridorlarda dolaşıyor, beton yüzeylerde yankılanan sesler geziniyor. Ama asıl mesele bu değil.
Boşluk, gerçekten boş mu?
Eksiklik, tamamlanmış olandan daha mı gerçek?
Ve daha derin bir soru: Biz ne zaman tamamlanırız? Hayaletler bir binanın içinde dolaşmaya başladığında mı, yoksa biri içeri adım attığında mı başlıyor varlığımız?
César Aira’nın Hayaletler kitabı, gerçek ile hayalin birbirine değdiği, var olanla olmayanın iç içe geçtiği bir inşaat alanında geçiyor.
Kapısı açılmamış evler.
Bitmemiş duvarlar.
Ve onların arasında sessizce dolaşan varlıklar.
Neden ürpeririz? Bilinmezlikten mi, boşluktan mı? Yoksa en çok, hiçbir zaman tamamlanmayacak olanın içinde yaşamaktan mı?
Aira’nın edebiyatı eksiklikle başlar. Tamamlanmamış olan, çevresinde bir çekim alanı yaratır. Yaklaşırız ama asla içeri giremeyiz. O bir anlatıcıdan çok bir mimardır. Hikâyeleri, eksik bırakılmış duvarlar, yarım kalmış çizimler gibidir.
Bu “yarım kalmışlık”, anlatıya bir gerilim değil, bir yoğunluk kazandırır. Tıpkı yarım kalan bir cümlenin çağrıştırdığı fazlalık gibi.
Tamamlanmayan Bir Yazar
César Aira, Arjantin edebiyatının en üretken ve en deneysel yazarlarından biri. Onu bir tanıma sığdırmak imkânsız. Ne belli bir ekole bağlıdır ne bir akıma. O, sadece yazar. Ve bunu kesintisiz, neredeyse nefes alır gibi yapar.
1949’da Arjantin’in Pringles kasabasında doğar, yazar kimliğini Buenos Aires’te inşa eder. Başlangıçta Borges’in labirentleri, Cortázar’ın oyunları arasında gezinir. Kısa sürede kendi anlatı biçimini kurar. Borges’te düzen, Cortázar’da oyun; Aira’da ise yalnızca akış vardır.
Planlamaz, karakter çizmez, olay örgüsü kurmaz. Zaman onun metinlerinde çizgisel değil, yüzeysel, kaygan ve geçicidir.
Kendi ifadesiyle:
“Ben geri dönüp düzeltmem. Bir paragrafı yazdığımda, bir daha ona bakmam. Anlatı hareket etmeli, akmalı. Kusurlu olabilir ama durmamalı.”
Aira için büyülü gerçekçilik bir estetik değil, parçalanması gereken bir yapıdır. Gabriel García Márquez’in evreninde büyü gerçekliğe sinerken, Aira’da ise gerçek ve büyü yan yana durur, birbirine değip geri çekilir. Gerçek, büyüyle çözünmez; büyü de gerçeğe eklemlenmez. Sadece çatlaklar oluşur. Bu çatlaklar, onun anlatılarında tamamlanmamışlık hissini derinleştirir. Sanat ile gerçeklik arasındaki sınırlar silikleşir; fikirler, onu doğuran kişiden bağımsız birer hayalete dönüşür.
Aira’da kesin bir başlangıç, mutlak bir son yoktur. Anlatılar, yarım kalmış bir düşüncenin içinde yakalar bizi. Çünkü onun için önemli olan varış değil, o eksik adımın atıldığı andır.
Hayaletin Mekânsal Bedeni
Buenos Aires’in Flores semtindeki bu inşaat, yalnızca bir yapı değil, aynı zamanda bir sınırdır. Şehrin merkezine yakındır ama ona ait değildir. Bitmeye yaklaşmış gibi görünse de hep eksik kalır. Bu aradalık hâli, hayaletleri davet etmez, onları bizzat mekâna dönüştürür. Çünkü burada hayaletler yalnızca görünmeyen değil, yarım bırakılmış beton, demir ve çizimlerin ta kendisidir.
Boşluk yalnızca fiziksel bir eksiklik değil; bir toplumsal hayal kırıklığını da temsil eder. Hayaletler, tuğlaların arasına sinmiş, kablo boşluklarında dolaşan, betonun griliğine karışmış bedenler gibidir. Görünmez değil, neredeyse dokunulabilir hâle gelirler. Çıplak, tozlu, tamamlanmamış formlar. Duvarlarla aynı dili konuşurlar; mekânda dolaşmaz, onunla bütünleşirler.
En tuhafı ise, bu varlıklarla kurulan ilişkinin olağanlığıdır. Ne kutsal bir mesafe ne de dramatik bir korku taşır karşılaşmalar. İşçiler onlarla sohbet eder, gülüşür, hatta temas kurar. İçlerinden biri bir hayaletin cinsel organını çekiştirir. Bir şaşkınlık, bir tabu hissi yaratmaz bu sahne. Çünkü Aira’nın evreninde doğaüstü olan, gündeliğe karışmıştır.
Ve metnin en sarsıcı yanı da budur: olağandışılık değil, olağanlık korkutucudur. Alışılmış olanın içinde görünmeyeni fark etmek, doğaüstü bir varlıktan çok, gündelik gerçekliği yeniden görmek gibidir.
Buenos Aires’in Ortasında Ama Dışında
Bu bina, Buenos Aires’in merkezine yakındır ama oraya ait değildir. Şehrin kaotik ritminin ortasında dursa da dışına itilmiş gibidir. Tamamlanmaya yaklaşır, bir türlü bitmez. Eksiklik burada yalnızca yapısal değil; kentsel, toplumsal ve varoluşsaldır.
İçeride işçiler vardır: Sabah girip akşam kaybolan, beton tozu soluyan adamlar. Mimarlar, kâğıt üzerindeki projelerde belirginken, şantiyede silikleşir. Kadınlar hayaletlere bakarlar, neyin gerçek, neyin olmadığını ayırt edemezler. Herkes bir eşikte durur.
Ve hayaletler vardır.
Derrida, Marx’ın Hayaletleri kitabında söyle der:
“Gelecek, hayaletlerden ibarettir. Çünkü hiçbir şey tamamlanmaz, hiçbir şey sona ermez. Her şey, eksikliğiyle var olmaya devam eder.”
Peki bir bina tamamlanmadığında yok mu sayılır? Eksik olduğu için mi görünmezdir, yoksa eksikliğiyle mi daha çok var olur?
Aira’nın Hayaletler romanı, bu soruların etrafında dolanır. Tamamlanmamış bir yapının içinde yaşamak ürkütücüdür; çünkü o eksiklik zamanla canlılık kazanır. Yıkılmayan, bitmeyen, sürekli “arada kalan” bir hayat: İşte hayaletin mekânı tam da budur.
Kadınlar ve İnşa Halindeki Bedenler
Patricia yalnızca bir karakter değil; bir şantiyeye sıkışmış bir gelecek, tamamlanmamış bir bedendir. İnşaat gibi o da biçimlendirilmeye çalışılır. Özellikle erkek bakışlarıyla. Diğer kadınlar boşlukta beklerken, Patricia eşiği geçmeye cesaret eder.
Hayaletlerle konuşur. Onlara dokunmaz ama çağrılarına açıktır. Çünkü Aira’nın evreninde kadınlık, eksik kalmanın başka bir formudur.
Ne işçilerdendir ne tam olarak ailesine aittir. Ne içeride ne dışarıda. Sürekli yer değiştiren, sabitlenemeyen bir varlıktır. Bu eşik yalnızca mekânsal değil; kimlik, beden ve varoluşun sınırlarında da şekillenir.
Aira, Patricia’nın gözünden kadın olmayı anlatırken, tamamlanmamış bir yapının içinde inşa edilen tamamlanmamış bir bedeni de kurar. Hayaletlerle kurduğu bağ sezgiseldir. Çünkü eksiklikle yaşar. Belki de bu yüzden yalnızca o görebilir hayaletleri.
Büyümek, bir şeyin tamamlanması mıdır?
Aira’nın cevabı açıktır: Hayır.
Erkeklik ve İnşaat Halindeki Bedenler
İnşaat, Aira’nın anlatısında yalnızca fiziksel değil, erkekliğin alegorisi haline gelir. Her gün taş üstüne taş koyan işçiler gibi, erkekler de kendilerine dayatılan kimliği inşa etmeye çalışır. Bu inşa hiçbir zaman tamamlanmaz. Tıpkı yükselen, bitmeyen duvarlar gibi, erkeklik de hep yarım kalır.
Sabah erken gelen işçiler, akşam sessizce kaybolur. Beton tozu solur, penceresiz odalarda çalışırlar. Ellerinin değdiği hiçbir yapı tamamlanmaz. Onlar da inşa ettikleri binalar gibi eksik kalır.
Gün boyunca duvarlara çarpan kahkahalar, gece sessizliğe dönüşür. O sessizlikte, içlerindeki boşluk görünür hale gelir. Hayaletler artık öte dünyadan gelen varlıklar değil; tamamlanmamış bir varoluşun yankısıdır.
Aira, bu inşa sürecini patriyarka ve kapitalizmin iç içe geçmiş bir düzeni olarak işler. Görünürde yükselen yapı, içten içe çöken bir boşluğa yaslanır. Kapitalizm erkekliği sağlam bir bina gibi sunar. Ama bu bina, aslında çöküş halindeki bir iskelenin üzerindedir.
Erkekler, sistemin biçimlendirdiği, hiçbir zaman tamamlanmasına izin vermediği eksik bedenlerdir. Aira’nın inşaatı, bu yapının çöküşe yazgılı alegorisidir.
Mekânın Felsefesi
Aira’nın inşa alanı yalnızca fiziksel değil; aynı zamanda düşünsel bir zemindir. Bina tamamlanmaz, ama fikirlerle doludur. Sayfalar ilerledikçe sadece beton değil, mimarinin felsefesi de örülür.
Roman boyunca şu soru yankılanır: Mekân nedir? Dört duvardan mı ibarettir? Tamamlanmayacak bir duvar, neyi temsil eder?
Aira, inşa edilmiş ile edilmemiş olanı; rasyonel planla rüya mimarisini, Batı’nın düzen anlayışıyla yerelin sezgisel belirsizliğini yan yana getirir. Her çizgi bir tercih, her eksik bırakılmış detay bir düşünce aralığıdır.
Onun için mekân, içine sığınılan bir hacim değil; düşüncenin, sezginin ve tahayyülün dolaştığı bir düzlemdir. Her tuğla bir cümleye, her boşluk, başka anlamlara açılan bir çatlağa dönüşür. Eksiklik burada yalnızca bir eksilme değil, fikrin devinimidir. Tamamlanmamış olan sabit değil, sürekli değişen bir sorular alandır.
Gerçeklik Sızar
Bu metni ben yazmadım.
Ya da yalnızca ben yazmadım.
Henüz örülmemiş bir duvardan, çatlamış bir zeminden, sessizlikle büyüyen bir bedenden sızdı. Patricia’nın kararsızlığından, bir hayaletin çekildiği duvar aralığından, hepimizin içinde taşıdığı o eksik mekândan geldi. Tamamlanmamış olan yalnızca bir yapı değil, bir düşünme biçimidir. Ve biz bu biçimi inkâr etmek yerine onunla yaşamayı öğreniyoruz. Çünkü eksiklikten sızan şey, bazen en saf olandır.
Bir hikâye ne zaman biter?
Son cümlede mi, yoksa o cümle zihnimizde dolanmaya devam ettiğinde mi? Eksiklik bir durak değil, bir geçiştir. Işık sızdıran bir çatlak gibi, başka ihtimallere açılır. Tamamlanmamış olan yaşar; çünkü sabitlenmemiştir. Hayaletler de bu aralıkları mesken tutar. Açık kalan kapılardan içeri süzülürler. Çünkü tamamlanan yapılar kapanır. Değişmez, dönüşmez. Eksik olan hep hareket hâlindedir. Bu yüzden dayanıklıdır. Bu yüzden gerçekliğe yer açar.
Patriyarka da bir inşaattı. İçten içe çürüyen, sürekli onarılan, ayakta kalmak için desteklenen bir yapı. Hiçbir yapı, içi boşken sonsuza dek ayakta kalamaz. Hayaletler, bu çöküşü değil, o çöküşten sızan hayatı anlatır.
Çünkü tamamlanmamış olan, sistemin denetleyemediği o esnek, akışkan alandır.
Bu yüzden biz, her yarım kalmış hikâyede, her eksik cümlede, her çatlakta aynı sesi duyarız:
Henüz bitmedi.
Hayaletler yalnızca geçmişin değil, geleceğin de gölgeleridir. Eksikliğin içinden gelirler, tamamlanmış olanı bozar, sabit olanı yerinden oynatırlar.
Ve belki de en çok bu yüzden, biz hâlâ tamamlanmamış olanın içinde yaşıyoruz.