Derya Yıldıran: Anlatının İzinde - Gecenin Çobanları; Bahia ile Dünyaya Yayılan Çığlık

Biz, gecenin çobanları, bir genç kız kümesini kovalar gibi güdüyoruz geceyi; alkol alıp kalın sopalarımız ve coşkun gülüşlerimizle sürüyoruz tan yerindeki sığınaklarına.

JORGE AMADO (1912-2001)

Geceyi sürmek... Ama kim kimin peşinde? Biz mi geceyi sürüklüyoruz, yoksa gece mi bizi? Bahia’nın sokaklarında yankılanan kahkahalar, ay ışığında kaybolan gölgeler, gözden düşmüşlerin kaderini yeniden yazan yankılar... Gece sadece bir zaman dilimi değil, unutturulmaya çalışılanın sesi, görmezden gelinenin yankısı. Kim şekillendirir geceyi? Haydutlar mı, fahişeler mi, inancını kaybetmiş rahipler mi, yoksa tanrılarıyla kavga edenler mi? Yoksa biz mi onun içine sürükleniyoruz, gece bizi mi kullanıyor?

Ama kim unutur, kim hatırlar? Bu sorunun peşinde ilerliyorum, çünkü Amado’nun anlattığı dünya, yalnızca Brezilya’nın dünyası değil. Unutulmamak için direnen seslerin dünyası. Gecenin Çobanları, işte o kaybolan sesleri toplamak için yazılmış bir roman. Ve işte bu yüzden, gecenin çobanı değiliz, bizler onun kayıp sürüsüyüz. 

Gece sizi sürükler, içine çeker, kendini her şeyin üstüne örter. Kimse kaçamaz. Ama Amado, bu karanlığı yalnızca bir dekor olarak değil, edebiyatın bir unsuru olarak kullanır. O, geceyi yalnızca bir anlatının atmosferi olarak değil, Brezilya’nın ruhu olarak şekillendirir. Gecenin dili, edebiyatın dilidir. Ve o dil, ancak mitlerle, halk hikâyeleriyle ve tarihin silik izleriyle birleştiğinde gerçek anlamını kazanır.

 

Jorge Amado: Brezilya’nın Halkların Yazıcısı ve Büyülü Gerçekçiliği

Jorge Amado’nun edebiyatı, Brezilya’nın sokaklarında, tarlalarında, batakhanelerinde, limanlarında, gecekondu mahallelerinde doğmuş bir edebiyat. Kakao tarlalarında büyüyen, işçilerin, kölelerin, balıkçıların, liman işçilerinin arasında büyüyen bir çocuğun, bu hayatları kelimelere dökmesinden ibaret.

Amado 1912’de Bahia’da, kakao üretimiyle uğraşan bir plantasyon sahibinin oğlu olarak doğdu ama kaderi, babasının yolundan gitmek olmadı. O, işçilerin dünyasında büyüdü, tarlalarda gördüğü yoksulluğu, fabrikalarda yaşanan sömürüyü, liman işçilerinin umutsuzluğunu bir çocukken öğrendi. Ve yazmaya başladığında, yalnızca hikâyeler anlatmadı; bir ülkenin hafızasını yazdı.

Amado’nun kalemi, sadece Brezilya edebiyatında değil, dünyada da yankılandı. Gabriela, Tarçın ve Karanfil, Dona Flor ve İki Kocası, Tieta gibi romanlarıyla halkın sesini duyurdu. O, edebiyatı yalnızca bir anlatım biçimi olarak görmedi; onu bir bellek inşa etme yöntemi haline getirdi. Genç yaşta Brezilya Komünist Partisi’ne katıldı, sürgüne gönderildi, kitapları yasaklandı, ama o asla vazgeçmedi. Brezilya’nın edebiyatı ve kültürel kimliği üzerine bıraktığı etki, yalnızca kitaplarıyla sınırlı kalmadı. 1951 yılında Stalin Barış Ödülü’nü kazandı. Camões Ödülü’ne layık görüldü. Kitapları 49 dile çevrildi ve Brezilya’nın en çok okunan yazarlarından biri oldu.

Amado, Brezilya’nın toplumsal gerçekliğini anlatırken, halkın inançlarını, ritüellerini ve gündelik yaşamını büyülü gerçekçiliğin içinde eritmedi. Tam tersine, o farklılıkları vurguladı. Melezleşmeyi kutsayan bir yazar olmadı; melezleşmenin doğurduğu kimlik çatışmalarını, sömürgeciliğin izlerini, kültürel gerilimleri sahneye taşıdı. Onun metinlerinde Avrupa’dan gelen Katolik duaları, Afrika’dan taşınan Candomblé ritüelleriyle yan yana durur ama iç içe geçmez. Çünkü Amado, melezleşmenin sadece bir birleşim olmadığını, aynı zamanda bir gerilim, bir müzakere ve bazen bir çatışma olduğunu anlatır.

Ve işte bu kitapta en çok hissettirilen şey şu: Edebiyat, unutulanların hikâyesidir. Unutulmak istemeyenlerin sesiyle yazılır.  

Jorge Amado’nun Gecenin Çobanları’nda üç ayrı yolculuk vardır. Üç ayrı hikâye, gecenin katmanları gibi üst üste binen, iç içe geçen ve her biri başka bir yüzünü gösteren üç ayrı gölge. Şimdi bu üç evreni tek tek aralayacağız.

 

İlk Durağımız: Onbaşı Martim ve Aşkın Kırılgan Yalanları

 

Kim zevk almaz müziğin ahengine uyarak kalçaların kıvrılışından?

Bahia’nın sokaklarında aşk, yalnızca bir duygunun değil, aynı zamanda bir hesaplaşmanın adıdır. Burada her bakışın altında bir iddia, her dokunuşun ardında bir talep vardır. Bazen bir erkek bir kadına bakar, bazen bir kadın bir erkeğin zaaflarını yoklar. Ve bazen, bu oyun öyle bir noktaya gelir ki, artık bir kazanan olmaz. İşte, Martim Onbaşı’nın ve Marialva’nın hikâyesi de tam burada başlar.

Martim, güçlü olmanın ne demek olduğunu bildiğini sanıyordu. Savaş görmüştü, askerdi. Ama asıl savaş, Marialva ile karşılaştığında olacaktı. Çünkü Marialva yalnızca bir kadın değil, bir meydan okumaydı.

Güzelliğiyle erkekleri kendisine çeken kadınlardan biriydi ama bu, onun zaferi değildi. Erkekler Marialva’ya sahip olmak isterdi ama Marialva hiçbir zaman gerçekten sahip olunan biri olmadı. Onun için güzellik, yalnızca bir güç aracıydı. Ama gücü elinde tutmak, onu sürekli beslemek zorundaydı. Öyle olmasaydı, düşerdi. Ve düşmek, unutulmak demekti.

Bu yüzden aşk onun için bir oyun değil, bir savaştı. Bir erkeğin gözünde yakaladığı en ufak bit zayıflık, ona hükmetmenin ilk adımıydı. Martim’in sert mizacının ardındaki tereddüdü gördüğünde, onu avucuna almak için en keskin silahını, arzuyu kullanmaya başladı.

İşte burada Marialva’nın asıl trajedisi başlıyordu. Güç, ona varlık kazandırıyordu ama aynı zamanda onu yalnızlaştırıyordu. Kendisine meydan okumayan bir erkek ona sıkıcı geliyordu, meydan okuyan bir erkek ise ona düşman oluyordu. Martim’i fethetmek istiyordu ama gerçekten sevebilir miydi? Yoksa onun için aşk yalnızca bir zaferin adı mıydı? Oysa Martim sadece bir erkek değildi; bir sistemin parçasıydı. Onun sevgisi de şiddeti de gücü de bir düzenin ürünüydü. Ama en büyük korkusu, gerçekten sevmekti. Çünkü sevmek, kontrolü kaybetmek anlamına gelirdi. Gücü, erkeklerin üzerinde kurduğu hakimiyetle ölçüyordu. Peki ya bir gün birine gerçekten teslim olursa?

Martim, kontrolü kaybettikçe öfkeleniyor, öfkelendikçe daha da güçsüzleşiyordu. Ve bu şehirde, gücünü kaybeden her erkek gibi, bir şeyleri yıkmak istiyordu. Ama aşkı mı yıkacak, kendisini mi? Marialva, intikam alırken kendini mi kurtaracak, yoksa içindeki o boşluk daha da derin mi olacak?

Bu aşk, bir felaketin eşiğinde dans ediyordu. Ve geceyi sürerken, kim gerçekten kazanan, kim gerçekten kaybeden, bunu asla bilemeyiz.

Ama Bahia yalnızca aşkların, ihanetlerin ve güç savaşlarının sahnesi değil. Burada, inançlar da savaşıyor. Gerçek ile büyünün, Hristiyanlık ile Candomblé’nin çatıştığı bir başka sahneye, ikinci durağımıza geçiyoruz: Felício’nun vaftizi. Kitabın kalbi, büyülü gerçekçiliğin en saf hali...

Felício, Afro-Brezilyalı bir anne ile zenci bir babanın çocuğu. Gözleri mavi. O gözler, Brezilya’nın sömürge geçmişini, Portekiz gemilerinde zincirlenmiş kölelerin, melezleşmeyi, kimlik krizini, Katolik Kilisesi’nin kıyıya vuran beyaz vaazlarının izini taşıyordu. O gözler, hangi tanrıya ait olduğunu bilemeyen bir toplumun aynasıydı. Bir kehanet mi, bir lanet mi? Bir yanda Afrika’dan zorla koparılmış kölelerin inançları, diğer yanda Portekiz sömürgeciliğinin getirdiği Katolik ritüeller... Ve bu ikisi, bir çocuğun vaftizinde karşı karşıya geliyor.

Vaftiz töreni Kara Adamların Tesbihi Kilisesi’nde yapılacaktı. Bu eski kilisenin taş duvarları, Avrupa’dan ithal edilmiş Katolik inancıyla Afrika’dan taşınmış ritüellerin çatıştığı bir mekândı. Burada Candomblé’nin fısıldadığı dualar da Meryem Ana heykellerinin altına saklanan Afrika tanrıları da vardı.

Vaftiz töreninin burada yapılmasını sağlayan, kutsal eserlere bakan papaz, Kara Adamların Tesbihi Kilisesi’nde görevliydi. Ama onun kutsal kitaplara duyduğu bağlılık, en az kumara olan düşkünlüğü kadar güçlüydü. İncil’inin sayfaları arasında, kumar oynarken kullanacağı numaraların yazılı olduğu küçük kağıtlar saklıydı. Boş zamanlarında hayvan oyunlarına krupiyelik yapardı. Ve eline fırsat geçse, yosmalara sırt çevirmezdi. Ama tanrının evinde, görevine sadık bir adam gibi görünmeyi bilirdi. Ve işte şimdi, bu eski kilisenin taş duvarları içinde, Felício’nun vaftiz töreninin yapılmasına izin veren kişi de oydu.

Amado’nun ustalığı burada: Kutsal gölgesinde saklanan bu adam, duaları kadar kumar numaralarına da inanıyordu. Brezilya’nın ahlaki ikilemi, Amado’nun satırlarında tek bir karakterde vücut buluyor.

Latin ilahileri yükselirken, kilisenin taş duvarlarının ardında Candomblé takipçileri bekliyordu. Kilisenin sıralarında oturanlar, gözlerini kaçırıyor, ayin duasını okuyor gibi yapıyor ama içlerinde başka bir dualar fısıldıyordu. Çünkü burada kimse tek bir tanrıya inanmıyordu.

Ve o an geliyor.

“Ben! Ben Eşu’yum! Vaftiz babası ben olacağım!”

Buradaki herkes, Eşu’nun yalnızca bir isim olmadığını biliyor. Eşu, yolların tanrısı. Kaos ile düzenin efendisi. Hileyle kutsallığı birbirine karıştıran, kuralları belirleyen ama aynı zamanda onları bozan varlık. O yalnızca bir tanrı değil, Brezilya’nın melez ruhunun ta kendisi.

Bu bir Vaftiz töreni mi, yoksa silinmek istenen tanrıların sessiz bir ayini mi?

Buradaki su, yalnızca Katolik Kilisesi’nin kutsal suyu değil. O su, Afrika’dan taşınmış geçmişin izlerini, Portekiz vaftizlerini, yerli halkların kayıp dualarını içinde taşıyor. Felício’nun vaftizi, bir çocuğun ruhunu temizlemek değil, Brezilya’nın melezliğini kutsamak.

Tören sona erdi ama Bahia’da hiçbir şey başladığı gibi sona ermezdi. Kilisenin kapıları açıldığında, içeride söylenen Latin ilahilerinin yerini, dışarıda yükselen Candomblé ilahileri aldı.  Candomblé’nin davulları ve Eşu’nun kahkahası çoktan dışarıda yükselmişti.

İşte Amado’nun büyülü gerçekçiliği tam da burada kendini gösteriyor. Gerçek, mit ve  inanç iç içe geçerken, sahnenin sınırları kayboluyor. Ve biz, bu kitabı okurken şunu fark ediyoruz: O, karışmıştır. Melezleşmiştir.

 

Romanın Son Büyük Anlatısı, Son Durağımız: Kedi Öldüren Tepesi’nin İşgali

            “Kölelerin şairi diyordu ki: Gökler nasıl kartalınsa, şehir de halkındır.

Şehir, büyüdükçe yoksulları kenara iter. Kedi Öldüren Tepesi de işte böyle bir hikâyenin parçasıydı. Başlangıçta kimsenin umursamadığı, unutulmuş bir araziydi. Okyanusa doğru büyüyen şehir, bu bölgeyi yıllarca göz ardı etmişti. Toprak sahipleri burayı unutmuştu. Ama unutulan yerler, bir noktada hatırlanır.

Önce yirmi kulübe kuruldu. Kırk sekiz saat içinde bir mahalleye dönüştü. Ama sonra şehir hatırladı.

Toprak sahipleri, “Burası bizimdir,” dediler. Ama orada zaten yaşayanlar vardı.

Ve bir gün, devlet hatırladı.

Tepedekiler silahlı değildi. Ama evlerini terk etmeye niyetleri de yoktu.

İlk çığlık duyulduğunda, şafak bile tam sökmemişti.

İnsanlar, tüfeklerin gölgesinde direndi. Ama şehir, yoksulları kaldırıp atmayı biliyordu. Gökten kurşun yağdı.

O gece yıldızlar görünmedi.

Bu sahne, yalnızca Brezilya’ya ait değil. Kedi Öldüren Tepesi’nin çığlığı, Sulukule’nin, susturulmuş müziğinde, Gülsuyu’nun beton yığınlarının altında, Okmeydanı’nın harabeye çevrilen sokaklarında da yankılanıyor.

Devlet, hatırladığı her şeyi silmekte ustaydı. Geceden geriye kalan, sadece birkaç yanmış baraka ve sessizleşmiş sokaklardı. Sabah olduğunda, yıldızların yerine boş bir gökyüzü kalmıştı. Şehrin büyümesi, birilerinin yok olması anlamına geliyordu. Ama bir halkın sesi toprağa gömülebilir mi?

Kutlamalar başladı. Şehir kendini yeniden kurarken, tepede yükselen kahkahalar, aşağıda kaybolan hayatları unutturuyordu. Birileri şampanya kadehlerini kaldırırken, birileri kazandığını sanıyordu.

Ama bu zafer kimin içindi? Sorunun yankısı tepeden hâlâ duyulurken, Amado’nun yaptığı tam da buydu: Görülmeyeni göstermek, duyulmayanı yazıya dökmek.

Jorge Amado, büyülü gerçekçiliği yalnızca Latin Amerika anlatı geleneğinin bir parçası olarak değil, bir dünya görüşü olarak benimsedi. Onun anlatılarında büyü, yalnızca olağanüstü olayların hikâyeye dahil edilmesi değil, toplumun hafızasına kazınmış ritüellerin, mitlerin ve kolektif bilinçaltının bir ifadesidir. Ne pastoral bir nostaljiye yaslanır ne de doğaüstüyle büyülemeye çalışır. Onun büyüsü, liman işçilerinin anlattığı masallarda, gecekondu mahallelerinin sessiz direnişinde, sokak satıcılarının uykusuz hikâyelerinde yaşar. Tıpkı Manuel Scorza’nın Peru dağlarındaki halk ayaklanmalarını destana dönüştürmesi gibi, Amado da Brezilya’nın kayıp seslerini edebiyatla ölümsüzleştirir.

Bu yüzden Gecenin Çobanları, yalnızca bir roman değil, belleğin silinmesine karşı yazılmış bir metindir. Bahia’nın sokaklarında yankılanan kahkahaları, geceye karışan çığlıkları, unutturulmaya çalışılan sesleri edebiyatın dili ile ebedileştirir.

Amado’nun edebiyatı bize şunu hatırlatır: Yazı, yalnızca anlatmaz; unutturulana karşı durur.

30/05/2025
210