Derya Yıldıran: Anlatının İzinde - Acı Çikolata; Mutfaktan Yükselen Çığlık

 

ACI ÇİKOLATA (1989) / LAURA ESQUIVEL (1950-)

Geçmiş zamanları yeniden yaratma özelliğine sahip olan kokular, yaşanan âna ait kokulara hiç benzemez.

Bazı tatlar yalnızca damakta değil, belleğin en derin katmanlarında yankılanır. O, bir hafıza parçası, bir çığlık, unutulmuş özlemdir. Bazı yemekler yalnızca açlığı değil, ruhun eksikliğini doyurur. Bir kaşık çorba, bir parça çikolata, biraz baharat... Zamanın içinden sızan bir tat, geçmişi bugüne taşır. Tıpkı eski bir mutfağın duvarlarında birikmiş is kokusu gibi, bazı anılar da hayatın içine siner. Bazen bir mutfaktan yükselen koku, unutulmuş sesi, kaybolmuş bir yüzü geri çağırır. Laura Esquivel’in Acı Çikolata’sında Tita’nın mutfağı da tam olarak budur: Susturulmuş bir hafızanın, duygular aracılığıyla yankılandığı bir alan.

 

Mutfakta Geçmişin Kırıntıları

Tita’nın una bulanmış elleri, soğuk mutfak tezgâhına dayanır. Sobadaki ateş sönmek bilmez, tıpkı içinde yanmaya devam eden isyan gibi. Kaynayan suda çözülen baharatlar, onun söyleyemediklerini dile getirir. Meksika’nın katı aile geleneklerine göre, en küçük kız evlenemez. Annesinin ona biçtiği kader bellidir: Hayatını ona adamak. Ama mutfakta, kimsenin göremediği bir özgürlük alanı vardır. Yalnızca açlığı gidermek için yemek yapmaz; her lokmaya bir anı, her tarife bir isyan katar. O, kelimelerle değil, yemeklerle konuşur. Ama annesi Elena, bu dili anlamaz. Tita’nın pişirdiği yemekleri yemeyi reddeder. Bu yalnızca annesinin sevgisizliği mi? Yoksa onun, kızının ruhuna da dokunmayı reddetmesi mi?

Ama ya Elena? O da bir zamanlar genç değil miydi? Sevdiği bir adam olmamış mıydı? Belki de Tita’nın aşkı, ona kendi geçmişini hatırlattığı için bu kadar acı veriyordur. Tita annesinin yalnızca sertliğini değil, acısını da miras alıyordur. Ama bir ihtimal fark şuydu: Tita, sessiz kalmayacaktı. Onun direnişi, annesinin geçmişini susturmasına izin vermeyecekti. Ve bu direniş, yemeklerin içine sızacaktı.

 

Bir Kaşık Hafıza: Madlen Keki ve Tita’nın Yemekleri

Bellek, bazen bir tatla açılır. Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sinde, madlen keki, geçmişin kapısını aralar. Küçük bir kek parçası, çocukluğun kokusunu, anneanne mutfaklarını, eski bir masanın üzerindeki kırıntıları geri çağırır. Hafıza, yalnızca bir hatırlama meselesi değildir; geçmişin şimdiye sızdığı, bugünü onunla yeniden dokuduğu bir süreçtir.

Anne evindeki tatları ve kokuları alıp gittiği yere götürebilseydi hayat daha güzel olurdu.

Tita’nın yemekleri de tam olarak bunu yapar. Her tarif, yalnızca hatırlamak için değil, geçmişi şimdiye dönüştürmek içindir. Bir çorba kaşığında hapsedilmiş duygular, onu içen herkese bulaşır. Yemek, yalnızca besin değildir; bir hafızadır, bir mirastır, bazen de bir direniştir.

 

Büyülü Gerçekçilik ve Duyguların Dönüşümü

Latin Amerika edebiyatında büyülü gerçekçilik, olağanüstü olayların doğal bir gerçeklikle anlatımı değildir yalnızca. O, geçmişin bugünü ele geçirme biçimi, zamanın kırıldığı bir anlatı tekniğidir. Acı Çikolata da bunu yapar: Mutfak, büyünün gerçeklikle kaynaştığı bir sahneye dönüşür.

Tita’nın yemekleri yalnızca birer tat taşımaz; yasaklar, arzular, bastırılmış duygular da bu yemeklere siner. Mesela şu sahne: Pedro için hazırladığı gül yapraklı yemek. Büyülü bir gerçeklik içinde, o tabakta yalnızca bir yemeğin değil, bastırılmış bir aşkın soluğu vardır. Yemeği yiyen herkes, içinde Tita’nın aşkını hisseder.

Tita yemeği hazırlarken Pedro’yu düşünmüştü. İçine aşkını katmıştı. Ve her kim o yemeği yediyse, bu duyguyu iliklerine kadar hissetti.

Yemeklerin böyle bir gücü var mı? Bilmiyorum. Ama bazen bir ekmek kokusu, çocukluk mutfaklarını geri getirir. Bir çayın buharı, bekleyişleri anlatır. Bir çorbanın tuzu gözyaşlarını gizler.

Büyülü gerçekçilik burada, yalnızca bir anlatı tekniği olarak değil, bir halkın bastırılmış gerçeklerinin yansıması olarak işlev görür. Meksika Devrimi’nin gölgesinde yaşayan kadınlar için büyülü gerçekçilik, yalnızca olağanüstü bir unsur değil, hayatın kendisidir.

 

Tita ve Pedro: Yasaklı Tatlar

Pedro, Tita’yı sever, ama onun yerine ablasıyla evlenir. Toplumsal kurallar, kaderin önüne duvar örer. Ama aşk bir duvardan sızmayı iyi bilir. Pedro, Tita’ya dokunamaz ama onun yemeklerini yer. Ve her lokmada, onun dokunuşunu hisseder. Ama bu yetmez. Bir kaşık yemek, bir ömürlük susuzluğu giderebilir mi?

Tita, sevdiklerine yemek sunar ama tam anlamıyla onlara sahip olamaz. Ellerinin değdiği her tabak Pedro’ya ulaşır, ama onun bedenine değil, yalnızca ruhuna dokunur. Aşkın en keskin yanı da budur belki: Yanında ama uzak, ulaşılabilir ama yasak.

Bazı tatlar, yenmek için değil, özlemek içindir. Tita ve Pedro’nun aşkı da böyle bir tattır. Bir türlü pişmeyen, yarım kalan, tam olduğunda bile eksik hisseden bir yemek gibi. Tita’nın yemekleri onun yasaklı duygularını taşır, ama Pedro bu yemekleri tüketirken asıl açlığın içindeki boşluk olduğunu fark etmez.

Oysa Tita bunu bilir. Yemek, açlığı doyurur ama hasreti dindirmez.

Belki de bu yüzden, Tita yemek yaparken hep bir ağırlık hisseder. Aşkın hiçbir zaman doygunluğa ulaşamayacağını bilmenin ağırlığıdır bu. Pedro’nun her lokmada onun ruhunu hissetmesi ama asla gerçekten ona ait olamaması…

Bazen bir yemek, yalnızca bir yemek değildir. Bir çatal darbesi, bastırılmış bir çığlıktır. Bir tabak dolusu pilav, aşkın içinde biriktiği bir mektuptur. Ve bir lokma, en yasak arzunun ta kendisidir.

 

Tita’nın Ablası Getrudis’in Kaçışı: Arzunun Bedenle Patlaması

Getrudis’in hikâyesi, Tita’nın mutfağındaki büyünün en çarpıcı anlarından biridir. Yıllarca bastırılmış arzular, susturulmuş duygular, kadın bedenine yüklenen yasaklar... Bunların hepsi, gül yapraklı bir yemeğin içinde gizli. Ancak yemek yalnızca mideyi doyurmaz, aynı zamanda zihnin ve bedenin kilitlerini de açar. Getrudis, gül yapraklı yemeği yediği anda, bedeni ateşe düşmüş gibi hisseder. İçinde bir şey yanmaya başlar, ama bu sıradan bir tutku değildir. Bu, yıllarca kilitlenmiş, toplumsal normlarla mühürlenmiş, adı bile konmamış bir arzunun patlamasıdır. Teninden ter yerine parfüm damladığında, o artık eski Getrudis değildir.

Gül yapraklarından hazırlanan bu yemek, Getrudis’in içindeki ateşi tutuşturmuştu. Teninden ter yerine parfüm damlıyordu. Yanan bir ateşin içinde gibi hissediyordu. Sonra, kendini çıplak halde bir atın üzerinde buldu ve hızla uzaklaştı. O an, özgürlüğün ne demek olduğunu anladı.

Yemek yalnızca tat bırakmaz; bedeni sarsar, ruhu harekete geçirir, arzuyu serbest bırakır. Getrudis bir anda kendini mutfağın ortasında bulur, üzerindeki kıyafetler ateş almışçasına bedeninden sıyrılır. Ancak bu, sadece fiziksel bir soyunma değildir. O, kendisine dayatılan tüm sınırları üzerinden atmaktadır.

Ve sonra at gelir. Uzakta yankılanan nal sesleri bir çağrı gibidir. At, adeta çağrılmış gibi kapıda belirir. Getrudis, çıplak bedeniyle üzerine atlar ve hızla uzaklaşır. Artık ne annesinin emirleri ne toplumun yasakları ne de içinde büyütülmüş korkular onun peşinden gelebilir. O an, yalnızca Getrudis değil, Meksika’nın tarih boyunca susturulmuş kadınları da kaçmaktadır.

Nietzsche’ye göre insan doğası Apolloncu düzen (akıl, denetim, toplumsal normlar) ve Dionysoscu taşkınlık (tutku, içgüdüler, özgürlük) arasında salınır. Getrudis’in bedenindeki bu patlama, Dionysos’un zaferidir. O, artık ne toplumun beklentilerine ne de ailesinin sınırlarına sığar.

Peki, bu kaçış gerçekten özgürlük müdür?

Getrudis bir efsaneye dönüşür, ancak onu çağıran at gerçekten onun kurtuluşu mu, yoksa sadece yeni bir kaçış biçimi mi? Çünkü onun bedeni özgürleşse de dünya hâlâ aynı dünya. Meksika’nın kadınları hâlâ aynı zincirleri taşır. Ve bir soru havada asılı kalır.

 

Meksika Devrimi ve Tita’nın Mutfağı

Meksika Devrimi (1910-1920) yalnızca silahlı bir mücadele değildir. O, mutfakta kaynayan çorbada, fırında pişen ekmeklerde, kadınların sessiz direnişinde yaşanır. Devrim yalnızca hükümetleri değil, toplumsal yapıları, kadınların yerini, arzuların ve duyguların bastırılmasını da değiştiren bir dalgadır. Tita’nın annesine karşı verdiği mücadele, aslında Meksika toplumundaki geleneksel yapıya karşı verilen mücadelenin bir mikrokozmosudur.

Adelitalar olarak bilinen kadın savaşçılar yalnızca destekçi değil, doğrudan direnişçilerdi. Meksika’nın değişen yüzü, yalnızca cephelerde değil, kadınların kendi hikâyelerini yazmaya başladığı anlarda şekillendi. Tita’nın isyanı da bu değişimin bir yankısıdır. O, mutfağa hapsolmuş ama mutfağı kendi özgürlük alanına çevirmiştir. Ocağın alevi, yalnızca yemekleri değil, eski düzenin katı kurallarını da eritmeye başlamıştır.

Ama en büyük patlama Getrudis’tedir. Onun yedikleri yalnızca onu değil, bastırılmış arzularla büyüyen tüm kadınları özgürleştirir. Getrudis, Meksika’nın devrimle birlikte silkelenen, arzularını ve kimliğini yeni baştan keşfeden bir yüzüdür. Yıllarca bir kalıba hapsedilmiş, arzularını bastırması öğretilmiş, ailesinin ondan beklediği itaatin sınırlarında yaşamış bir kadın… Ama bir lokma yemek, onu dönüştürmeye yetmiştir.

Tita’nın mutfağında pişen her yemek, yalnızca bir tarif değil, bir direniş biçimidir. Onun devrimi bir bıçak ya da barikatla değil, bir kepçeyle, bir baharatla, bir tarifle yapılır. Devrim bazen büyük meydanlarda değil,  bir kadının mutfağında, fısıldadığı bir dua gibi başlar. Tita’nın isyanı, Meksika Devrimi’nin sessiz ama en derin yankılarından biridir. O, yalnızca kendi hayatını değil, bir ulusun hafızasını da kaynayan tencerelerin içine sindirir.

Laura Esquivel ve Büyülü Gerçekçiliğin Mutfaktaki Yankıları

Laura Esquivel, 1950 doğumlu Meksikalı bir yazar ve senaristtir. O’nun büyülü gerçekçiliği, mutfakta yankılanan bir geçmişten ibaret değildir. Onun satırlarında kadınlar, yalnızca yemek pişirmez; onlar geçmişin yükünü omuzlarında taşır. Acı Çikolata, yalnızca bir aşk hikâyesi ya da yemek romanı değildir. O, susturulmuş kadınların kolektif belleğidir. Ruhlar Evi’nde Clara, geçmişin ve ruhların içinde kaybolurken, Tita tatların içinde kaybolur. Yüzyıllık Yalnızlık’ta Macondo, döngüsel bir kaderin içinde sıkışırken, Tita’nın yemekleri de aile geleneğinin boğucu ağırlığını taşır. Ama bu sesler, bir fısıltı olarak kalmaz. Kadınlar, mutfaklardan taşan bir çığlık gibi dünyaya yayılır.

Tita’nın sesi Latin Amerika’nın özgürlük arayışının bir parçasına mı ait, yoksa yalnızca kendi kaderine mi? Belki ikisi de. Bazı çığlıklar ne sokaklara çıkar ne kulakları yarar; onlar mutfakta kaynayan bir tencerenin buharında, bir baharatın kokusunda, bir suskunluğun içinde saklanır.

Duyulmazlar. Ama unutulmazlar da. Tıpkı bir tat gibi sinerler belleğe. Ve biz unuttuğumuzu sansak da o çığlık bir yerde hâlâ oradadır. Bir tabakta, bir tarifte, bir kadının elinde sessizce yankılanır.

26/07/2025
138