
Cennet Sepetci: Av
Kalabalıktık.
Yola çıktığımızda hava hala karanlık ve soğuktu.
Yollar çok virajlı, yıllardır kullanılmayan araba tozluydu. Garip sesler çıkarıyor ve ısınmıyordu. Her bir dönüşte midem bulanıyordu. Camı açtığımda dondurucu bir soğuk vuruyordu yüzüme, dayanamıyor kapatıyordum. Hava aydınlandıkça virajlar daha bir sert daha bir kıvrımlı gelmeye başladı. Yol boyu korkuyla bir uçurumdan düşmeyi bekledim. Güneşin ilk ışıklarıyla yol bitti.
Geniş çimenlikte bir sürü keçi yolu vardı.
Bir tanesi diğerlerinden daha genişti. Ormanla birleştiği noktada da tünel ağzı gibi bir açıklık oluşmuştu. Büyükler sırtlarında koca koca çantalar, omuzlarında tüfeklerle tünele doğru yollandılar. Tünel ağzından girer girmez hava koyu yeşile dönüyordu. Ağaçlar çok sık ve uzundu. Her taraftan bir çıtırtı geliyordu. Arada garip bir kuş ötüşü ya da kurbağa sesi duyuluyordu. İri iri çekirgeler zıplarken üstümüze konuyor, korkuyla çil yavrusu gibi dağılıyorduk. Tüfekliler arkalarına dönüp ters ters bakıyorlardı her çığlıkta. Ormanın seyreldiği bir noktada durup yerleşmeye başladılar. Biz yanlarına varana dek çantalarını boşaltmışlardı. Birkaç kişi çadır kuruyor, birileri bir ağaca bidon bağlamaya çalışıyor kalanlarsa sigara içip şakalaşıyordu. Babam ve amcamı arıyordu gözüm. Daha ilerdelerdi ve karanlıktı yüzleri. Bizi birkaç yetişkinle bırakıp hep birlik ormanın içine daldılar.
Etrafımızda bir sürü hayvan vardı.
Arada bir yeşilliklerin arasından fırlayıp koşarak kaçıyorlardı. İrili ufaklı, yerde ve gökteydiler. Çoktular. İlk kez sincap görüyordum. “Şunun ağzına bak,” deyip kahkaha attı bir çocuk. Yetişkinler hemen uyardı; “Şiişt, ormanı ürküteceksin, saygılı ol.”
İkişerli üçerli gruplar halinde babalarımızın gözden kaybolduğu tarafa doğru volta atıyorduk. Kamuflaj desenli bir dürbünümüz vardı. Bir çalının ardına saklanmış sırayla elden ele dolaştırıyorduk. Biz ilerledikçe hayvanlar temkinlice uzaklaşıyorlardı. Bazen biriyle uzaktan da olsa bakışlarımız kesişiyordu. Ormanın içinden gelen sesler çığlığa dönmeye başlamıştı. “Yırtıcı kuşlar,” dedi oğlanlardan biri bana dönüp.
“Yırtıcı mı?”
Ellerini pençe gibi yapmış ağzını kocaman açmıştı. Garip bir ses çıkararak üstüme doğru yürüdü;
“Tek lokmada yutar senin gibi kızları.”
Hep bir ağızdan bana bakıp gülüyorlardı şimdi.
Bir silah sesi duyuldu.
Sesimiz ormanda yankılanan gümbürtüyle kesildi. Bir açıklama beklercesine yetişkin olanlara bakıyorduk. Ses o kadar yankı yapmıştı ki ne taraftan olduğunu kestiremiyorduk. Ağaçların arasından hızla koşan gölgeler görüyordum. Uzun bir süre daha sessiz kaldı orman. Unutmuştuk göğü yaran sesi. Güneş yükseldikçe mayışmış, çadırın önüne sere serpe uzanmış uyukluyorduk.
Tekrar duyuldu ses.
Üst üste iki kez.
Nefesimizi tuttuk.
Üçüncü silah sesi birkaç dakika sonra geldi bir çığlıkla birlikte.
Kalınca, hayvani bir sesti bu. Uzaktaydı. O kadar uzaktaydı ki bir hayvandan mı geliyor insandan mı anlaşılmıyordu. Bir silah sesi daha geldi o ara, kuşlar hep birlik havalandı. Gök yüzünü, mavisi azaltılmış külden bir perdenin arkasına gizlenmiş gibi gördüm. Dürbünle seslerin geldiği tarafı gözlüyordum. İrice bir hayvan geçti gözlerimin önünden. Ağaç dallarına benzeyen uzunca boynuzları vardı. Sendeledi, ön ayakları üstüne düştü. Devrildi bir kayanın dibine. Uzun ve kaslıydı. Boynuzları deliciydi. Bir adamı tek boynuz darbesiyle yere serebilirdi. Toplansalar, hep birlik üstümüze gelseler, saldırıp üstümüzde tepinseler kemiklerimizi birleştirmek için yüzlerce yapboz severin doktorlara yardıma gelmesi gerekirdi. Tabii kalbimizi de toynaklarıyla bir kasap edasıyla dövmedilerse.
Annem, “İyice dövdürt, inceltebildikleri kadar inceltsinler,” derdi her kasaba gönderişinde. Onu da ava götürmüşler miydi? Av belgesellerine denk geldiğinde hemen kanalı değiştirirdi. Bamyayı bol kıymalı sever, sabahları kavurmalı yumurta pişirirdi.
“Gelme,” dediklerinde ağlamıştım.
“İşleri var onların erkek erkeğe,” demişti babaannem. Onu yıllar sonra ilk kez görüyordum. Dayandığı bastonuyla bir ‘D’ harfine benziyordu uzaktan. Boyu daha da kısalmıştı. Yüzü kat kattı. Eskimiş ve kirlenmişti. İçimi çeke çeke ağlamıştım. Amcam dayanamadı hıçkırıklarıma, “Kalın bir pantolon giy,” dedi ikna olduğunu belli eder bir bakışla. Gözümden akan her bir damlaya değmişti. Yolda avlanmanın ne demek olduğunu anlatmıştı amcam. Zorlanmıştım gözümde canlandırırken. Sonra bir tekerleme gibi ezberletmişti sırasıyla.
“Ara, bul, sıkıştır ve doğru anı bekle.
Nişan al ve ateş.”
Kuralları nesilden nesile aktarılmış bir oyundu bu.
Bir spor
Bir egzersiz
Bir hazırlık maçı
Yalnız erkeklere aitti.
Orman kadınsız bir yerdi.
Kadınsızken erkeklerin nasıl çoğaldığını görüyordum. Birbirlerini duyuyor, anlıyor ve hemen ortaklaşabiliyorlardı. Organizasyon şartları daha basitti. İlkel ve sezgiseldi hisleri. Çok hızlı taraflaşabiliyorlardı. Aralarında sadece bir benzerinin tanıyabileceği birtakım sesler çıkarıp hareketler yaparak anlaşıyorlardı. Kadınsızlığın ortasında tek başına durmak tedirgin hissettiriyordu. Dürbünümü bir tarafa bırakıp birinin arkasına çekildim. Bir perdenin ardından izlemek daha uygun geldi. Dürbün elden ele geziyordu. Biri, “Geliyorlar,” diye bağırdığında güneş neredeyse ağaçların ardına çekilmişti.
Yeşil yelekli iki adam taşıyordu geyiği.
Ön ve arka ayaklarını ayrı ayrı bağlamışlardı. Boynuzu keçi yolunu kazıyordu ellerinden kaydıkça. Avcılar önden yürüyorlardı. Avları arkalarından sürükleniyordu. Kimse konuşmuyordu, herkesin gözü ağır adımlarla yürüdükleri patikadaydı. Kaybolmaktan korkup yolu takip eden çocuklar gibiydiler. Mavi bir muşamba serip üstüne attılar hayvanı. Yan dönünce gördüm hala kan sızdıran deliği, boynundaydı. Oğlanlar bir curcunayla etrafını sardı. Kimi tüylerine dokunuyor kimi boynuzuna asılıyordu. Yaklaştığımda göz göze geldik. Bir o yana bir bu yana gittim, döndüm etrafında. Ne yana gitsem beni takip ediyordu ölü gözleriyle. Parlak değildi artık. Göz çukurları ıslaktı.
Hayvanı seyyar, katlanır bir masanın üstüne yerleştirdiler.
Çadırın tentesini kaldırmış olanları izlerken babamla göz göze geldik. Kan bulaşmıştı ellerine ve boynunda kanlı parmak izleri vardı. Elini sık sık boynuna götürüyordu. Siliyordu. Sildikçe yayılıyordu kırmızı leke. Masanın başına geçti. Sivrice bir bıçak alıp yardı boydan boya hayvanın karnını. Kocaman bir cırt cırtı ayırıyordu sanki. Çınladı ormanda açılan yarığın sesi. Kan fışkırdı. Boydan boya kana bulandı bu kez babam. Biraz daha yaklaştım. Kimseden ses çıkmıyordu. Birer ikişer gruplaşmışlar çıt çıkarmadan masanın başında hayvanın iç organlarını deşen babamı izliyorlardı. Sivri uçlu bıçağı bırakıp masanın kenarındaki satırı aldı eline. Girişti hayvana. Kırılan kemiklerin sesini duyuyorduk. Lime lime etlerini kopartıyordu. Koparıp koparıp çimenlerin üzerine atıyordu parçaları. Her bir darbede daha da hırslanıyor daha da sertleşiyordu.
Kafasının bedeninden çok zor ayrıldığını hatırlıyorum. Şimdi bu sahneyi abartıyla canlandırıyorum kafamda. Yakın planla gözümün önüne getiriyorum. Hayvanın eti ortaya çıktıkça sinekler etrafımızı sarıyordu. Sineklerle birlikte koku da artıyor, ısınıp ısınıp yüzüme çarpıyordu. Kasların sertliğini ve zor kesilirliğini boğazımda hissediyorum. Gözümde canlandırmaya çalışırken bunu yapabilmenin çok zor olduğunu fark ediyorum. Bir hayvanın kafasını koparmak için büyük bir güce ve inanca sahip olmak gerekliydi ya da nefrete. İlk bakışta av ekibinin hepsi buna hazırmış gibi görünüyordu. Başını koparıp önüne koydu. Başın etrafında kandan bir halka oluştu. Önce nazikçe boynuzlarına dokundu, elinin değmesiyle dengesi bozuldu başın. Düzeltip arkasına bir destek koydu.
Cebinden bir çakı çıkardı. Islanmış ağaç kabuğu renginde bir kılıfı vardı.
Uzun uzun baktı açıp. Birini seçip elmacık kemiğinin altına bir kesik attı. Kanıyordu yüz. Hoşuna gitmiş olacak ki bir heves gözlerine daldı. Elindeki bıçakla halkalar çizdi etrafında. Birkaç tur sonra fırladı yerinden göz yerde uzunca yuvarlandı. Geri çekildi. Biraz uzaklaşıp durdu masadan gözlerini ayırmadan. Uzunca izledi tek gözü kalmış hayvanı. Çocuklardan biri koşarak geri çekildi, kusmaya başladı. Yardıma gitti diğerleri. Su içirmeye çalıştılar. Çadıra götürdüler kollarına girip. Seri bıçak darbeleriyle hayvanın yüzünü soyuyordu şimdi babam.
Deriler bitince etine kemiklerinden başladı.
Burnun ve gözlerin yokluğu karanlık bir çukur oluşturmuştu. Dehşet içindeydim. Kemikleri görünüyordu. Öfke, nefret, korku, tiksinme, acı, her an başka bir his geçiyordu içimden.
Derisinden arınan parçalar çoğaldıkça dumanlar yükseliyordu. Demek çıplak kalmak sıcak bir şeydi, dumanı tüten bir şey. Kanın üst üste biriktikçe nasıl da renk değiştiğini görüyordum. Yoğunlaşıyordu. Koyulaşmasını izliyordum. Azalmıştı artık masadan damlayan kan. Kan gölü iki damla arasında durulduğunda, solan bir gelincik renginde bulutları görüyordum üzerindeki yansımada. Bir süre cam gibi oluyordu, sonra bir kesik daha ve bardaktan boşanırcasına damlalar... Arada bir dönüp boş göz çukurlarına kaçamak bakışlar atıyordum. Yokluklarıyla bile beni izliyorlarmış gibi hissediyordum. Vücudum olduğum yere çivilenmiş gibiydi.
Donmuştum.
Kilitlenmiştim.
Kaskatıydım.
İncecik, belli belirsiz titriyordum.
Her bir bıçak darbesinde omuzları gevşiyor rahatlıyordu izleyiciler, minnetle bakıyorlardı. Ben daha da katılaşıyordum.
Bir dokunuşla tuzla buz olacak kadar serttim.
Etin rengi ışıkla değişiyordu.
Kirleniyordu.
Gölgeleniyordu.
Kararıyordu.
Ben o gün kadın oldum.
Orada.
O an.
Bir kafanın koparılışını izlerken.
Hayvanın etleri kesildikçe kanı benim bacaklarımın arasından aktı.
Gözlerimle bıçağı takip ettim.
Her yer kandı.
Hava kararıyordu, kanadığımı göremezlerdi. Yine de ellerimi memelerimin üstünde birleştirmiş, bacaklarımı birbirine dolamıştım.
Artık onların arasında yerim yoktu.
Benden önce kanayan yaşıtlarım gibi evde bekleyecektim artık erlerin dönmesini.
Bıçağı masaya sertçe vuruyordu babam, hırsla ve zevkle. Hayvanın yüzünü parçalıyordu satırla. Kırılan kemiklerin sesleri, koku ve sinekler dayanılacak gibi değildi.
Yıllarca karanlık bir kafese tıkılıp çiğ etle beslenmiş bir adamın özgür kaldığında kendi elleriyle avladığı ilk akşam yemeğiydi.
İrice bir hayvanın peşine düşmüştü daha gün ağarmadan. Düşe kalka peşinden koşmuş, her taşın altında aramış, gizlendiği yerde bulmuş ve avlamıştı. Gök, uçuşan kuşlardan geceye dönmüştü o an. Aynı hayvanın şimdi başı koparılmış içi lime lime edilmişti. Arkada biri içinden çıkanları doldurmak için bir çukur kazıyordu. Hayvanın içinden çıkanların çarçabuk toprağa karışıp toprağı bereketlendirmesiyle son bulacak bir adetti bu. İyi bir av yakalamıştı. Hayvanın gözleri çıkarılıp dili bir kenara ayrılmıştı. Uzun bir zaman sonra babam eve gelmişti. Ev kalabalık, gürültülü ve coşkuluydu. Dönüşünün coşkusu tüm ellere ve kollara sirayet etmişti. Erkekler sürekli tokalaşıyordu. Hep el eleydiler. Omuz omuza. Dilleri ve elleriyle hararetliydiler. Bu bir gün önceydi. Akşamüstü başlamıştı kalabalık, dönüşüyle. Bu sabah herkeste yine aynı coşku vardı, bir hayvanın peşinden koşarken. Kadınsız bir ormana, av partisine götürülmüştüm. Sessiz ve yalnız hayatımız birdenbire kalabalık ve coşkuluya dönmüştü. Babam geldiğinden beri annemi görmemiştim. Sanki hayatımıza yeni giren insanlar tarafından önü kapatılmıştı. Bu yeni kalabalık şimdi hep birlik bir hayvanın parçalanmasını izliyordu.bGözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Şaşkındım. İçimde başka bir hisse yer yoktu.
O güne dek yalnızca kitaplardan bildiğim bir sürü kelime gözümün önündeydi. Bazı kelimeleri neden cümle içinde yanlış kullandığımı o an idrak ediyordum.
"Oluk oluk kan" ne demekti, "derisini yüzmek" ne demekti.
Kelimeleri geçmiş, söz öbeklerinin anlamını izliyordum.
Ezberlediğim şiirler bir bulantıyla aklımdan geçiyordu.
Kafiyelerden tiksiniyordum.
Mecazsızlık kusma ihtiyacıyla birlikte geliyordu.
Her şey gerçek, o anda ve gözümün önündeydi. Yüzlerce parçaya ayırdı hayvanı. Her bir darbede azalacağına artıyordu hırsı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Neden sonra işi bitmiş olacak ki “hadi gidelim” dedi. Yüzleri ağırdı izleyicilerin. Endişeli. Yere bakıyorlardı. Değişiyor, kızarıyor, geriliyor, şekilden şekile giriyordu. Bir homurtu oldu kendi aralarında fısıldaşmaları. Tekrar “hadi gidelim” dedi babam. İp gibi bir sırayla yola koyulduk.
Kimse masaya dokunmadı.
Öylece bıraktık onlarca parçaya ayrılmış hayvanı. Eve döndüğümüzde herkes çil yavrusu gibi dağıldı. Bir tek tüfekliler kalmıştı geriye. Akşam güneşiyle kurumaya bırakılmış avlu toprak kokuyordu. Çardaktalardı. Bir o yana bir bu yana yürüyordu babam. Üstü baştan aşağı kana bulanmıştı.
“Getirin buraya” diye bağırdı ortalığa. Biri üst kata çıktı koşar adım. Annem göründü sonra merdivenlerde.
Kimse inmedi onun peşinden,
onunla birlikte.
Yalnız yürüdü, yavaştı ve başı yerde.
Babam gündüz geyiğin karnını yardığı bıçağı göğsüne dayadı.
Gök uçuşan kuşlardan aysız kaldı bir an.
Bir çığlık sardı geceyi.
O gün ilk kez kan gördüm.
İlk kez kanadım.
İlk kez ölüm gördüm.
İlk kez ellerinden kan akan adamlar gördüm.
İlk kez leş gördüm o gün.
Islaktı.
Kan kokusu nemli havaya tutunup
alnımıza,
boynumuza,
kollarımıza yapışıyordu.
Geyiğin kanı daha koyuydu.
İnsanın kanı geyiğinkinden daha geç kuruyordu.