Burcu Türker: Kıyının Defteri

Sabahın henüz uyanmaya çekindiği bir vakitte, deniz koyu bir karanlığı üzerinden silkelerken buldum kendimi iskelede. Martıların sesi, sanki geceden kalma bir kavganın tortusunu taşıyordu. Her şey biraz eksik, biraz fazlaydı; tıpkı içimdeki taşınmaz ağırlık gibi. 
Elimde ince, eski bir defter vardı. Kapak kenarları tuzla kabarmış, sayfaları yumuşamış. Defteri cebimden çıkarırken titrediğini hissettim; belki de elim titriyordu. Bir süredir bir kelime bile yazamamıştım. Yazamadıkça içimde dolaşan o uğultu, insanın kulağına bir taşın içinden gelen su sesi gibi dayanılmaz kelimeler fısıldıyordu. 

Bu sabah oturmak için iskeledeki en uç noktayı seçtim. Tahtalar altında küçük balıklar sürüsünün gölgeleri geziniyordu. Onların hareketi, yavaş yavaş zihnimde unutulmuş ritmi uyandırdı. Sanki yıllardır bana küsmüş kalem, yazamamak, yorgun misafir gibi kapımı tıklatıyordu da ben açmaya korkuyordum. 

Bir kayıkçı yaklaştı. 
“Günaydın be kızım,” dedi. 
Başımı kaldırdım. Yüzü buruşuk bir haritayı andırıyordu. Her çizgi başka fırtınanın izi. 

“Elin dertli gibi,” diye ekledi. 
Gülümsedim. “Bilmiyorum,” dedim, “her şey içimde dolaşıyor ama hiçbir yere oturmuyor.” 

Kayıkçı cebinden tütün çıkarırken bana bakıp: 
“Deniz gibi bu işler,” dedi. “Sular çekilince altından taşları görürsün. Belki de görmen gerekiyor.” 

Sözleri bana tuhaf bir ferahlık verdi. O uzak ve eski deftere baktım yine. Birkaç sayfa öne doğru kaydı; rüzgârın parmakları geziniyordu sanki. O anda kalbimin ağırlaştığını fark ettim: Yıllardır yazdıklarımın hepsi eski anıları saklıyordu ve ben o saklı hikayelerin sesini duymaktan kaçıyordum. Bir sandal yanaştı. İçinde kumral saçlı çocuk vardı. On beş yaşlarında, yüzünde ıslak, acıyı andıran belki de alaycı gülümseme. Sesi küçük dalgaların içinden geliyordu. Kaybolmuşluğun unutulmuşluğun sesi... 
“Abla,” dedi, “balıklar bu sabah çok parlak. Işık sanki içlerinden vuruyor.” 

“Sen de böyleydin abla... Işık içinden vururken kayboldun.” 

Çocuk balıklara bakarken ben de bir anlığına gözlerimi kapadım. İçimdeki kapı gıcırdadı. Belki de eskiler yeniden akıyordu.  

“Sen, yaz bitince ne yapacaksın?” diye sordum ona. 
“Ben mi? Hikâye toplayacağım. Balıkçıların, kuşların, sokakların hikâyesini,” dedi. 
“Topla,” dedim. “Onlar konuşmazsa dünya susuyor.” 

Çocuk gülümsedi, sonra sandalıyla açıldı. Onun arkasından suyun dokunduğu yerlerde küçük titreşimler kaldı. O titreşimlerin her biri bana kelime fısıldıyordu. 

Defteri açtım. Sayfalar temizdi. Yazı bekliyordu. Beklemekten yorulmuştu belki de. Bir an kalem elimde ağırlaştı. Kıyının tuz kokusu, martıların tedirgin çığlıkları, elime sinmiş eski mürekkep lekeleri. Hepsi aynı anda üzerime yürüdü. 

Sonra, farkında olmadan ilk cümleyi yazdım. Bir cümle daha. Bir tane daha. Denizin rengi değişti; sanki ilk kez günün içine karışıyordu. Kalbimdeki uğultu dağıldı. İçimden sessizlik açıldı, korkutucu değil; evin kapısının aralanması gibi, içeride kimsenin olmadığı ama yine de sıcaklık duyulan sessizlik. 

Bir süre sonra kalemi bıraktım. 
Kayıkçı uzaktan seslendi: 
“Bak hele! Yüzün açılmış senin.” 

Gülümsedim. 
“Belki,” dedim, “belki biraz nefes aldım.” 

Küçük ama sert dalga iskeleye vurdu. Tahta gıcırdadı. Defterin köşesine damla damla su düştü; mürekkebi hafifçe dağıttı. O küçük lekeyi izlerken içimdeki sıkışmanın parçası daha da çözüldü. Bazen bir damlanın bile insanın içinden çekip çıkardığı anlar oluyordu. Tam güneş ufukta yükselirken defteri kapadım, cebime koydum. İçim ilk kez hafifti. Deniz, yıllardır cebimde taşıdığım taşı elinden almış, yerine bir parça gökyüzünün maviliğini bırakmıştı. O an anladım ki insan içindekileri bir yerlere akıtmazsa, yüzünün altında ağırlaşan o görünmez yük, gün gün onu derinlere çekiyormuş. Bugün kurtuldum; çünkü kelimeler yeniden suyun içine karıştı. Ve su, her şeyi affetti.  

İskeleden kalkıp sahil boyunca yürümeye başladım. Ayaklarım sanki kendi yolunu biliyor, beni bir yere doğru sürüklüyordu. Rüzgâr hafifti; ne yaprağı ürküten ne de insanın yüzünü acıtan cinsten. Bazı şeylerin değişeceğine dair o garip his, içimde usulca genişliyordu. Sahilde, yıllardır kimsenin oturmadığı eski kulübe vardı. Çocukken oradan geçerken hep içimde ürperti duyardım. Pencereleri tuzdan donmuş, matlaşmış, kapısı boyasından soyulmuştu. 

Kapının önünde durunca, içeriden tıkırtı duydum. Normalde döner giderdim ama bu sabah cesaretimden çok başka his itiyordu beni ileri. Tıkırtıyı takip ederek kapıyı ittim. Gıcırdayarak açıldı. İçeride kimse yoktu. Daha doğrusu... Sessizlik vardı. Kulübenin ortasında, yıllar önce kaybettiğimi sandığım aynı defterin durduğunu fark ettim. Ama nasıl olurdu? Benim defterim cebimdeydi. Elimle yokladım. Evet, cebimdeki hâlâ oradaydı. Bu ortadaki, daha eski; sanki daha çok okunmuş, daha çok yazılmıştı. Kapağında silik, solmuş isim: Nur. Benim adım. Dizlerim hafif titredi. Deftere uzanıp açtım. İlk sayfada, kendi el yazıma tüylerimi diken diken edecek kadar benzeyen birkaç satır vardı: 

Bugün yine iskeleye gittin. Balıkçıyla konuştun. Çocuk sana hikâye toplayacağını söyledi. Sen defteri açtın... Ve her defasında olduğu gibi, hikâyeye buradan devam edeceksin.” 

Bulunduğum yerden bir adım geri çekildim. Kapının gölgesi üzerime düştü. Sayfayı çevirdim. 

Bu satırları okuduğun gün, gerçek biraz daha incelir. İncelir ve seni içine çeker.” 

Nefesim hızlandı. Bu yazıları ben mi yazmıştım, yoksa biri benim zihnimi mi kopyalamıştı, ayırt edemedim. Sayfanın altında, daha eğik bir cümle: 

Bugün denizde kaybolacaksın.” 

Elim sayfayı kapamaya giderken kulübenin penceresinden incecik ışık süzüldü. 
O ışıltının içinden biraz önceki kumral çocuk belirdi. Bu kez yüzü soluktu, sanki yıllardır güneş görmemişti. 

“Abla,” dedi, “sen hep böyle yapıyorsun. Unutuyorsun.” 

“Ne. Neyi unutuyorum?” diye kekeledim. 

“Sen zaten çoktan gittin. Biz seni her sabah burada buluyoruz. Aynı hikâyeyi, aynı balıkları, aynı martıları anlatıyorsun. Deniz seni yıllar önce aldı.” 

O an kulübenin içi, sanki akvaryumun içindeymişim gibi maviye dönüştü. Nefes almak güçleşti. Dışarıdaki dalga sesi, kulaklarımın içinde yankılanan ağır uğultuya dönüştü. 

Çocuk yaklaştı. “Sen yazmazsan, tekrar uyanamazsın. Yazmazsan ben uyanamam. Abla, yaz beni serbest bırak.”

Bir anda cebimdeki defter ağırlaştı. Çıkardım. Sayfaları kendi kendine çevriliyordu. 
Rüzgâr değil, bir şey onları çeviriyordu. Son sayfaya kadar açıldı. Orada tek bir cümle vardı: 

Şimdi uyanma zamanı.” 

Kulübenin duvarları aniden deniz kabarcıkları gibi çözülmeye başladı. Tahtalar, çiviler, gölgeler... Hepsi suya karışıyordu. Ayaklarımın altından çekilen zeminin yerini soğuk akıntı aldı. Bir an için gerçekten boğulacağımı sandım. Tam o sırada kayıkçının sesi duyuldu, yankılı ve uzaktan gelen bir çağrı gibi: 

“Nur! Sen misin oradaki? Yine mi dalıp gittin?” 

Gözlerimi açtığımda iskeledeydim. Deniz, hafifçe kıpırdadı. Dalgalar iskeleyi öpüp geri çekildi. Suyun içinden parıltı yükseldi. Elimdeki defter açık, dizlerimde tuz lekeleri, yüzümde terle karışmış su. Kulübenin olduğu yöne baktım. Orada kulübe yoktu. Belki de hiç olmamıştı. Sahildeki kumral çocuk? O da görünmüyordu. Ama defterdeki son cümle hâlâ duruyordu. Titreyen mürekkep izinin üstünde: “Uyanma zamanı.” 

Kalemi aldım. Defterin altına bir satır ekledim: 

Ben uyandım. Peki ya sen, bu satırları okuyan?” 

Kalemi bıraktığım anda denizden büyük dalga yükseldi; fakat bana ulaşmadan, iskeleye çarparak dağıldı. Hikâyenin içinden çıkıp çıkmadığımı, hâlâ içinde yüzüp yüzmediğimi bilmiyordum. Sadece bir şeyden emindim: Yazmaya devam ettiğim sürece, hiçbir dalga beni almaya cesaret edemeyecekti. Deniz, artık sadece su kütlesi değildi. Hafızanın ve kelimelerin bekçisiydi. Yazmak hem hayatı hem kaybolmuş ruhu kurtarmaktı. Ve defteri kapatırken, deniz kıyısındaki gölge kıpırdadı. Kumral çocuğun silüeti... El salladı. Sonra, gölgesi suya karışıp kayboldu. Gözlerimi kapattım. Dalgaların, martıların ve balıkların ritmi içime işledi. Defterin köşesindeki mürekkep lekesi hafifçe titreşti.  Sözcüklerimin kıyısına tuzlu bir serinlik kattı. Yazdıklarım usulca genişliyordu. 

10/12/2025
280