Ayşe Turkay Yiğit: Ayşenin Heybesi: Jose Saramago – Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş

* Ön Bilgi: Okumayıp, okumayı düşünen, okuduktan sonra, “Allah belanı versin sonunu da yazmış,” demesin diye erkenden uyarıyorum, spoiler içerir.

Ölüm bir Varmış Bir Yokmuş, Jose Saramago’nun yazdığı, beni onunla tanıştıran, tanıştığıma çok memnun olduğum bir kitap. İki yıldır devam eden, her ay bir kitabı okuyup içimizden geldiğince, kendimizce kitap hakkında konuştuğumuz kitap kulübümüzün bu ayki kitabıydı. Okuyan arkadaşlardan Duygu, “Çok kastı, noktalama işaretlerinin eksik olması, virgülden sonra büyük harf başlaması gibi detaylardan dolayı hikâyeye odaklanamadım, ayyyy şiştim kııızz şiştim, Saramago benim için bitmiştir,” deyince zaten okumakta da geciktiğimden pek okumaya meyletmedim. Zira kendimi Yaşar Kemal’e vermiş, İnce Memed serisinden sonra Yaşar Kemal’den bir anda ayrılmak istemeyip Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca’ya başlamıştım.

Okumaya yeni başlayan Hülya ilk sayfalardaki beğenisini anlatıp, noktalama işaretlerindeki karışıklığın anlamı pek etkilemediğinden bahsedince, görev bilinciyle, kitabı okuyayım bari dedim. İyi ki öyle demişim, ilk satırlardan itibaren kitap beni içine aldı. Ölümün, bilinmeyen bir ülkede aniden ortadan kaybolmasıyla başlıyor kitap. Bilinmeyen bir ülkede bir gün hiç kimse ölmüyor ve yazar bunu, “ertesi gün hiç kimse ölmedi” girişiyle anlatıyor. Muazzam bir giriş cümlesi bence.

Belki noktalama işaretleriyle ilgili duyduğum olumsuzluklardan dolayı gardımı alarak okumaya başladığımdan, anlatımda boşluk hissi hiç oluşmadı. Gayet akıcı, anlaşılır bir şekilde kitabın içinde buldum kendimi. Yazar kitapta nokta, virgül, çok az yerde tire ya da kısa çizgi diye adlandırılan “-” işareti kullanmış. Paragraf yok denecek kadar az. Bu anlamda kendince oluşturduğu kuralların ne olduğunu hemen anlıyorsunuz. Noktadan sonraki büyük harf cümle başlangıcını, virgülden sonraki büyük harf ise konuşma olduğunu anlatıyor. Diyalog şeklinde devam eden konuşmalarda, virgülden sonraki büyük harften sözün diğer konuşmacıya geçtiğini anlıyoruz. Böyle yazınca karışık gibi duruyor ama hiç öyle değil hatta bayağı yalın. Kendince bir düzeni var yani noktalama işaretleri anlamında.

Saramago, sanırım bu anlamda yapılabilecek eleştirileri öngördüğünden, kitabın içinde bununla ilgili bir bölüme yer vermiş. Ölüm, ölmekle ilgili yaptığı durum güncellemesinde ulusal televizyon genel müdürüne bir mektup yolluyor. Bizim TRT gibi düşündüm ben.

“Eyyy faniler, artık eskisi gibi öleceksiniz, ölümsüzlük kalktı ancak yeni düzenlemede öleceğinizi bir hafta öncesinden tebliğ edeceğim, size bir hafta mühlet, artık oruca, namaza mı başlarsınız, içkiye kumara mı, sizin bileceğiniz iş,” minvalinden yolladığı mektubun fotokopisini çekip basına, diğer kuruluşlara dağıtırken ölüm kelimesinin baş harfini büyük yazıyorlar. Ölüm kardeş bu duruma çok sinirleniyor, gazeteye bir tekzip yazıyor bunun düzeltilmesi için. Gazetenin başvurduğu dilbilgisi uzmanları, ölüm arkadaşı hunharca eleştirip (aynen romanda yazılan biçim gibi);

“Bu ölüm de o kadar edebiyatçının dilbilgisi uzmanının canını almış, hiçbir şey öğrenememiş, virgülden sonra büyük harf kullanmış, paragraf, parantez hiçbir şey yok, bu bir çılgınlıktır, bu bir filolojik katliamdır,” diyerek ölümü sahtekârlıkla suçluyorlar. Ölüm hiç durur mu, yapıştırıyor cevabı;

“Bunları bilerek böyle yazdığım kayda geçsin, sözcükler hareketli varlıklardır, bir günleri bir günlerine uymaz, gölgeler gibi istikrarsızlardır, sabun köpüğü gibidirler,” diyor. (Tabii ben konuşmanın tamamını yazmadım, ana fikrine dair özet yazdım).

Kitabın birçok bölümünde kelimelerin anlamlarına dair ifadelere yer veren yazarın kendince geliştirdiği bu durumu kitabın içine yedirerek bize anlatmasını çok başarılı buldum. Gerçekten de noktalama işaretlerini bire bir uygulamadan da anlamı yakalayabiliyorsunuz. Noktalama işaretleriyle ilgili olarak ilk kez Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında bir bölüme rastlamıştım. Beni çok etkileyen Tutunamayanlar’da yaklaşık yetmiş sayfalık bir cümle vardı. Evet cümle diyorum çünkü cümle başlıyor ve yetmiş sayfa boyunca noktalama işareti olmaksızın devam ediyor. (Elli sayfa mıydı acaba, net hatırlayamadım, gerçi elli ya da yetmiş olmasının konumuzla bir ilgisi yok.)

Bu bölüm beni biraz kitaptan koparmıştı açıkçası. Tutunamayanlar’da bu durumu Oğuz Atay’ın “bütün kuralların canı cehenneme” yaklaşımına dayandırmıştım. Yani ben öyle düşündüm, tabii bunu ne niyetle yaptığını bilemiyorum. Saramago’da durum biraz daha farklı geldi, sonuçta dilbilgisi kuralları, bizim koyduğumuz kurallardı, değişmemesi için hiçbir sebep yoktu. Özetle bu durum hem düşünmeme sebep oldu hem çok zekice buldum diyebilirim, ayrıca keyif aldım.

Neyse kısa bir özet yapacak olursam (başta söyledim spoiler içerir diye hiç kimse kızmasın) bir gün, bilinmeyen bir ülkede, bu arada ne ülkenin ne karakterlerin adı var kitapta, ölüm aniden yok oluyor. Önce çılgın bir sevinç sonra, herkesin belli bir ihtiyarlık dönemimde sabit kalmasının fark edilmesiyle ümitsizlik, kaos. Kilise panikliyor. “Ölüm, tanrının mutlak hükümdarlığının gerçekleşmesi için temel bir gerekliliktir, bizim varoluş sebebimiz ortadan kalkıyor, hökümet bize bir çare bulsun,” diyerek başbakanla görüşme talep ediyorlar. Cenaze levazımatçıları derneği, “Biz bittik, şimdi ne yapacağız, sektörden o kadar kişi ekmek yiyor, ölüm bizim ekmeğimizle oynadı,” diye ortalığa düşüyor.

Sigorta şirketleri “hayat sigortası” nasıl olacak şimdi diye ayrı bir randevu istiyor. Huzur evleri, hastaneler dolup taşıyor. Önce kaotik bir ortam oluyor, sonra sistem kendi çözümünü üretiyor. Örneğin seksen yaşındakiler sigorta şirketlerince ölü kabul edilip primler, emeklilik ona göre değişiyor. Ölen hayvanlar için resmî tören gerekliliği zorunlu yapılıyor ki cenaze levazımatçıları sektörü mağdur olmasın. Hastaneler belli bir seviyeye gelen ölümcül ancak tabii ki ölmeyen hastaları evlerine yolluyor. Bunun gibi önlemlerle yeni bir sistem üretiliyor. İlk başlarda ölümsüzlükten dolayı mutlu olan halk, işin içine girince hiç de öyle olmadığını görüyor. Sınırın diğer tarafında ölüm devam ettiği için bazı aileler mafya aracılığı ile (böyle bir mafya şekli de ortaya çıkıyor bu arada) normalde ölmesi gereken ama ölümsüzlükten dolayı yaşayan akrabalarını (anne, baba, eş, çocuk gibi) sınırın dışına götürüyorlar.

Tüm bunlar olurken ölümle ve de ölümsüzlükle ilgili çok şey düşünüyorsunuz. Ölümün hayatımızdaki yerini, ölüm karşısındaki tavrımızı, çelişkili tepkilerimizi, ikiyüzlü halimizi ve daha birçok şeyi. Örneğin birçok durumda bayrağın kullanılmasını, vatan, millet, vatan hainliği kavramlarını, devlet-mafya iş birliğini gibi.

Neyse ilerleyen bölümde bizim ölüm başta da yazdığım gibi fikir değiştiriyor “ulan size kıyak, öleceksiniz tamam ama size bir hafta süre, hazırlığınızı yapın aniden gitmeyin” diyor. Önce bu fikir çok iyi karşılanıyor, küstüğü arkadaşıyla barışmak için, babasını, annesini son bir kez görmek için, çoluğuyla çocuğuyla son günlerini geçirmek için, borçlarını vermek için ve daha bir sürü şey için iyiymiş gibi görünen durumunun hiç de öyle olmadığı kısa sürede anlaşılıyor.

Bu arada yedi aydır hiç kimse ölmediğinden, biriken ölümler de aniden olunca al sana bir kaos daha. Tabut yetiştiremiyorlar bu defa da... Ay, ülke ne çekti be ölümden. Bu arada ölüm bir hafta süre verdiği insanlara eflatun bir zarfla durumu bildiriyor. Çalışma şekli buymuş arkadaşın, “sen ölümsün arkadaşım ne o öyle amele gibi çalışıp duruyorsun, mektup yaz, zarfa koy, yolla falan dünyanın işi.”

Detayları uzatmayacağım çünkü uzun sürecek gibi. Kitabımız bu aşamada farklı bir tarza dönüşüyor. Eflatun zarflardan biri sürekli geri dönüyor, ölüm bir haftalık ömrü kaldığı bilgisini vatandaşın birine bir türlü tebliğ edemiyor. Adamı merak ediyor, evine gidiyor, adam bir orkestrada viyolonsel çalan bir müzisyen. Elli yaşında ve köpeğiyle birlikte yaşıyor. Aslında vadesi kırk dokuz yaş iken ölüm mektubunun ulaşmaması sebebiyle elli yaşına basıyor. Bizim ölüm “nasıl olur bu, karışıklığı düzeltmem lazım” diye telaş yapıyor. Adamın kimliğini değiştirecek kadar da çirkef çıkmasın mı ölüm, arkadaş beceremiyorsan bu işi başkasına devret değil mi? Çorbaya çevirdin olayı, yok ölümsüzlük, yok bir hafta mühlet, yok mektupların gecikmesi. Yapamıyorsun işte, yılların yorgunluğu da var, kolay değil, ölüm-kalım meselesi.

Kitap farklı bir tarza dönüşüyor demiştim ya dönüştü işte, mis gibi Hollywood dram-romantizmiyle baş başayız. Ölüm kadın kılığına giriyor ve efendim adamın konserlerini locadan seyretmeler, sohbetler, muhabbetler, flörtleşmeler gırla gidiyor. Cebinde de eflatun renkli zarf var: ölüm kâğıdı. Veremiyor tabii. Eni sonu (ya önünde sonunda olması gerekiyor ama fonetik olarak bu daha çok hoşuma gidiyor, biz bize iki lafın belini kırıyormuşuz havası veriyor yazıya) sevişiyorlar, kadın, yani ölüm eflatun renkli zarfı yakıp, adama sarılıp uyuyor, ertesi gün hiç kimse ölmedi diyerek yazar final yapıyor. Sonunda kafam karıştı, kitap başa dönüyor diye düşündüm ama baştaki gelişmelere bakınca da bu mantıklı gelmedi. Çünkü ölümsüzlükten sonra eflatun zarflar ortaya çıkıyordu ve eflatun zarfla birlikte müzisyen piyasaya çıkmıştı. Belki de ölüm, kendi de bir insan olduğu için ölümsüzlüğü seçmişti ama ölüm zaten ölümsüz değil miydi?

Son bölümleri geyiğe vurduğum için sevmediğim düşünülmesin sevdim, gayet akıcı, sonu ne olacak diye merak uyandırıcı bir şekilde ilerledi ama sevgili Saramago’cuğum, tam felsefeye bağlamış, ölüm kavramının dehlizlerinde varoluşsal derinlikler ararken girdiğimiz girdabın içinde savrulurken, Hollywood romantizmine neden bağladın üstat? Olsun olsun her satırını keyifle okudum, eline, yüreğine, kalemine sağlık, toprağın bol olsun. Hem ışık hem nur içinde uyu.

09/12/2025
43