Ayşe Turkay Yiğit: Ayşenin Heybesi - Siddhartha Kitabı Üzerine Acayip Teknik Bir İnceleme
Herman Hesse’nin Siddhartha kitabını okudum. 1946 yılında Nobel Edebiyat Ödülü almış Herman Hesse. Bu bilgiyi niye önden verdiysem? Nobelsiz yazar okuyamıyorum zaar. Bir arkadaş kitabı çok sevdiğini, başka bir arkadaş bayılmadığını, didaktik bulduğunu söyledi. Konu ilgimi çekmişti zaten, üstüne böyle iki farklı yorum duyunca ben ne düşünürüm acaba diye okumak istedim. Herkesin bayıldığı bir kitap olsa geri dururdum. Popüler olan film veya kitaplara önce mesafeli dururum. Ortalık durulunca seyreder ya da okurum. Herkesin sevdiğini sevmek/izlemek niye korkutur bizi? Bu konuyu uzmanlara bırakıyorum. Benim uzmanlığım arkeoloji, antropoloji, histoloji, sosyoloji, fizyoloji ve teknoloji. Haddimi aşmam ben. Herkes her şeyi bilemez değil mi? Gerçi Türkiye’de haber kanallarının stüdyolarında yattıklarını düşündüğüm, her türlü programa çıkan beş altı kişi var. Depremden borsaya, bel ağrısından fındık piyasasına konunun önemi olmaksızın her şeyi biliyorlar. Onları tenzih ediyorum.
Herman Hesse, 1877’de Almanya’da doğmuş. Sanırım Avrupa kültüründen çok Doğu kültüründen beslenmeye çalışmış ya da Doğu kültürü ilgisini çekmiş diyeyim. Bireysel bunalımlarının çözümünü Doğu felsefesinde aramış Herman Hesse. Bu son cümle, kitabın tanıtım bölümünde yazıyor. Bu kitapta Hint kültürü var. Başka Doğu kültürlerine ilgi duymuş mu yoksa ilgilendiği sadece Hint kültürü mü bilemiyorum. Vallahi ben Hint kültürünü bizzat yerinde gördüm. Bir şey bulamadım. Tam aydınlanacağım derken gülme geldi hep.
Baş kahramanımız Siddhartha, bir Brahman’ın oğlu. “Brahman, Hint felsefesi geleneğinde hem içkin hem de aşkın olan, hem evrende ve hem de kendisinde var olan en yüksek varlığa kendisiyle birleşmenin nihai ve en yüksek hedef olarak addedildiği dünya ruhudur.” Vikipedi bilgisi böyle diyor Brahman için. Çok anlaşılır değil bence. Kitap boyunca, Hint kültüründe yer alan tanımları gogıllamak suretiyle paydaşlık yakalamaya çalıştım ama zor oldu.
Adamların tanrılarında branşlaşma var. Hepsinin ilgilendiği alan farklı. Üç büyük tanrı Vişnu, Şiva, Brahma... Yanlarında birçok tanrı var. Araştırsam ayakkabı bağlama tanrısına bile rastlarım bence. Bizde öyle mi? Bizim dinimiz sadelikler dini, bir tane tanrımız var, her şeyi gören, her şeye gücü yeten. Onların tanrıları gibi sınırlı güce sahip değil. Gerçi tanrı tek ama dört mezhep var hak mezhep diye geçen. Bak şimdi sadelikten karışıklığa geçiyor. Alevilik bunun içinde miydi bilemedim, değildi sanırım. Herman Hesse’den Aleviliğe nasıl geldi konu şaşkınım. Aslında başlığı “Herman Hesse ve Alevilik üzerine” yapsam çok havalı olmaz mıydı?
Kitaba dönüyorum. Siddhartha’yı müftünün oğlu gibi düşünün. Her gün temizlenip günahlarından arınmaya çalışan, kendini ibadete vermiş, tanrıya adamış bir müftünün oğlu kahramanımız. Bir süre babası gibi yaşadıktan sonra, böyle bir yaşamın kendisini mutlu etmediğine karar veriyor. Bir gün kentlerinden geçen Samanaları görüyor. Samana nedir diye gogılladım ama tatmin edici bir şey bulamadım. Dünyevi zevklerden kendilerini arındırmaya çalışıp nefsini yenmeye uğraşan keşişler diyebilirim kendimce. Nedir bu dünyevi hazlardan arınmaya çalışma isteği hiç anlamıyorum. Yediğimiz bir yaprak sarması, içtiğimiz iki kadeh şarap yani. Ne var zevk alsak. Tamam kölesi olmayalım bu zevklerin, kabul. Ben mesela yaprak sarması için karakterimden azıcık ödün verebilirim. Vermemeliyim, yaprak sarmasının kölesi değilim ben. Omm, iç farkındalığımı yakalamak üzereyim bir saniye efenim.
Neyse işte, bizimki babasına durumu açıklıyor. Babası önce olmazlanıyor ama bakıyor ki oğul zaten gitmiş. Tamam diyor, git, mutluluğu orada bulursan dön gel ve bana da öğret mutluluk neymiş. Düş kırıklığına uğrarsan gene dön, tanrılara sungular sunalım yine diyor.
Babaya bak yahu, biz olsak, orada ne yer ne içersin, neyle geçinirsin, daha askerlik var, ne zaman evleneceksin falan der darlardık çocuğu. Siddhartha, durumu arkadaşı Govinda’ya açıklıyor. Govinda da başka bir Brahman’ın oğlu. Ona da müftünün oğlu dersek, bir ilde tek müftü olur, olmadı şimdi. Bulundukları şehri büyük şehir diye düşünelim. Govinda da merkez ilçe müftüsünün oğlu olsun. Govinda ve Siddhartha, Samanalara karışmak üzere yola çıkıyorlar.
Şöyle bir benzetme yapabiliriz. Mahmutağa cemaatine katılıp çile doldurmaya gidiyorlar. Ulan Mahmutağa diye bir cemaat yoktur umarım, başım belaya girmesin şimdi durduk yere size kitap tanıtacağım derken. (Googleye baktım yokmuş. Bir milyon tane cemaat var ama.) Aynı gün varıyorlar Samanaların yanına. Bizi de alın aranıza, dünyevi her şeyden uzaklaşmaya geldik, sahte mutluluk onlar, çilemizi burada dolduracağız diyerek karışıyorlar aralarına. Yemiyor, içmiyor, sadece edep yerlerini örten dikişsiz kıyafet giyiyorlar, dünyevi şeylere küçümseyerek bakıyorlar artık. Yemek, içmek, giyinmek, sevişmek onlar için mutluluk veren şeylermiş gibi görünen bir aldatmaca.
Amaan bir daha mı geleceğiz dünyaya hadi yiyelim, içelim, sevişelimcilerin öğretisi var mı acaba? Ben oraya yazılsam diyorum. Ha bunlarda sekiz beş mesai, çalışma, üretme falan gibi şeyler olmadığından, yiyecek için dileniyorlar. Hiç bari dergâhınızın bahçesine havar (bizim oralarda sebze anlamında kullanılır) falan dikin, nefes eksersizlerinizi çapa yaparken kullanın değil mi? Yok bunlar ille çile dolduracak. Ulan hayata bak be. Sıkılırım ben.
Gel zaman git zaman, asıl aradığının bu olmadığına karar veriyor Siddhartha. Hiçbir şey öğrenemedim ben bu Mahmutağa cemaatinde gitsem kurda kuşa sorsam evrenin sırrını daha iyiydi diyor. Öğretmenlere ve öğretilere inancını yitiriyor. Hepsinin safsata olduğunu düşünmeye başlıyor. Tam bu sıralarda bir söylenti duyuluyor. Buddha diye biri varmış, evrenin sırrını çözmüş, nirvanaya ermiş. Govinda Buddha’nın öğretisinden feyz almak istiyor, dostu Siddhartha onu kırmıyor ve beraber Samanalardan ayrılıp Buddha’nın yolunu tutuyorlar.
Öğretilere inancını yitiren Siddhartha’yı Buddha da etkileyemiyor ve dostu Govinda’yı Buddha’nın dergâhında bırakıp, kendini aramak üzere tekrar yola çıkıyor. Ay heder oldu adamcağız kendini arayacağım kendimin öğretmeni olacağım diye diye. Taktı bu, öğrenmeye, öğretmeye. Eskiden hor gördüğü dünya güzelliklerini keşfe çıkıyor şimdilerde.
Adamım Siddhartha; değişen, dönüşen insanlara selam olsun. Bir de kibirli olmasan tam benliksin. Rastladığı fahişeye, bana hayatı öğret diyor. Arkadaşım, hani sen kendin öğrenecektin hayatı. Bu öğretmenlik olayını fazla büyütüyorsun oğlum. Türk Milli Eğitim tedrisatından mı geçtin sen? Sonra, bir tüccarın yanına gidiyor ticareti öğreniyor. Gel zaman git zaman, şehvetin, gücün, kudretin, zenginliğin tadına varıyor, bir yandan içten içe keşişliğini de yaşıyor, yani tam olarak dünyalı olamıyor. Sonraları ise, zenginliğin, şehvetin esaretiyle açgözlü birine dönüşüyor. Siddhartha, içinde oluşan boşluğa dayanamayıp evini, bahçesini, sevgilisini bırakıp bulunduğu yeri bir kez daha terk ediyor.
Rahatlık battı buna da. Yola ilk çıktığı zamanlarda rastladığı bir ırmağa varıyor ve buradaki kayıkçının yanına yerleşiyor. Evrenin sırrını bana bu ırmak söyleyecek gibisinden düşünüyor. Müftülükte olmadı, cemaatte olmadı, itlik serserilik yaptı olmadı, şimdi de medet ya ırmak diyor, hey allam. Kayıkçı Vasudeva ile sohbet ediyorlar. Vasudeva’nın iyi bir dinleyici olmasından çok etkileniyor. Çünkü hiç yorum yapmıyor ve yargılamıyor kayıkçı. Yok arkadaş ben derdimi anlatıyorsam haklısın kardeşim diyeceksiniz, derdimle dertlenip ah vah edeceksiniz, kuru kuru dinlemekle olmaz. Birinden dert yanıyorsam vay şerefsiz diyerek destekleyici şeyler söyleyeceksiniz. Bunu da burada söylemiş olayım. Siddhartha ırmakta fark ediyor ki, gerçekten arayan biri, gerçekten bulmaya çalışan biri hiçbir öğretiyi benimseyemez.
Siddhartha, ilerleyen zamanda bir oğlu olduğunu öğreniyor. Kardeşim aradan on bir yıl geçmiş bu senin oğlun demiş birisi, insan bir şaşırır değil mi? Şaşırmıyor. Bunu ben yazsam “çocuk benim mi gerçekten, ay oy nasıl olur, ulu Brahma” diyalogları falan yazardım adama. Öyle olmuyor, adam gayet sakin artık bir oğlum var havasında. Oğlanla baba oğul olmaya çalışıyor ama olamıyorlar. Kolay mı tabii on bir yıl sonra birdenbire. Oğlan, ırmağı geçip kaçıp gidiyor bir süre sonra. Kayıkçı Vasudeva bir yerde Sidhartha’ya diyor ki “Hangi öğretmen, hangi baba kendi yolunu kendi bulmaktan alıkoyabildi Siddhartha’yı?” Ben de diyorum ki “Eee Siddharthacığım etme bulma dünyası, sen de babanı terk etmiştin zamanında.”
Siddhartha’nın hayatı kayıkçılık yaparak geçerken bir gün Govinda geliyor ve aralarında aramakla ilgili muhabbet başlıyor. Konuşmanın bir yerinde Siddhartha, “Bir kimse arıyorsa, gözü aradığı şeyden başkasını görmez çokluk, bir türlü bulmayı beceremez, dışardan hiçbir şeyi alıp kendi içine aktaramaz, çünkü aklı fikri aradığı şeydedir hep, çünkü bir amacı vardır, çünkü bu amacın büyüsüne kapılmıştır. Aramak bir amacı olmak demektir. Bulmaksa özgür olmak, dışa açık bulunmak, hiçbir amacı olmamak. Sen ey saygıdeğer kişi, belki gerçekten arayan birisin, çünkü amacının peşinde koştuğundan hemen gözünün önündeki bazı şeyleri görmüyorsun,” diyor.
Siddhartha, kardeşim arayacak mıyız aramayacak mıyız, bak öğretilere inancımı yitirdim diyorsun, öğretici gibi davranmaya kalkışıyorsun, bu nasıl iş? Gerçi sonra, “Bilgi öğretilir bilgelikse hayır,” deyip gönlümü fethediyorsun. Asla bir insanın tümüyle günahkâr ya da tümüyle kutsal olamayacağını söyleyip gönlümde taht kuruyorsun ama Govinda’yı ne demeye alnından öptürüyorsun. Hem de son sayfada, yapma bunu yapma, arabesk oldu final.
Hasılı, didaktik bulduğum gerekçesiyle hiç beğenmediğim, sonrasında okuduğum Bozkırkurdu’na ise bayıldığım hususunu olurlarınıza arz ederim. İmza: Naçiz bir okur.
