Ayşe Turkay Yiğit: Ayşenin Heybesi - Ah Minel Koltuk!
Gene başıma ne dertler açtım. Vallahi benim uslanacağım yok. Aslında akıllı sayılırım. Kıt akıllı derler ya o tip akıllılardan. Kıt akıllıları akılsız zannederler ama bizim de aklımız var neticede, yok değil. Kendimize yetecek kadar işte. Fazlası zarar zaten. Durun şimdi kendimi eksik tanıtmayayım kafanızda yanlış bir tasavvur oluşmasın. Şimdi ben kendimi böyle anlatıyorum da eşrafa sorsanız hanımefendi kimliğimi ilk planda tutarlar. Kıt aklımı da tespit ve teşhis eden çıkmadı şimdiye kadar. Akıl danışan bile olur. Hitabetimin iyi olduğu, çalışkanlığım, hayırseverliğim, hakkımdaki malumatların bir kısmıdır. Kızdığım vaki değildir. Sorunları muhabbet yoluyla çözmeyi çözemiyorsam geri çekilmeyi yeğlerim. Başka türlüsünü bilmem. Hani halis muhlis derler ya o misalim eşrafın gözünde. En hiddetlendiğim zamanlarda bile ağzımı bozmam.
Şahsiyetimi çok şükür bugünlere taşıdım. Ne zordu bilemezsiniz. Çok ağır bir yük. Tam olamamışım ki yük oldu bu şahsiyet bana. Hayır hasenat yapıyorum ama öyle gönülden değil. Hanımefendiyim ama ruhum içine mentos şeker atılmış kola şişesi gibi kaynıyor. Saçlarımı savurup (savuracak kadar saçım yok da ben öyle anlatayım, zaten olduğumu değil olmak istediğimi anlattığım için mübalağa sanatını kullanmakta bir beis görmüyorum. Yeri geldiğinde tecahüli arif, teşbihi beliğ, mecazı mürsel gibi dil sanatlarını da kullanırım. Bakın yine aynı şeyi yaptım. Olmadığım gibi görünmeyi yani. Kendimi size pazarlamayı. Yoksa ne anlarım dil sanatından. Sanırım olmadığım gibi görünmekte bir ekol olabilirim. Pardon rejiden uyarı geldi. Parantez içi uzamış. Ah siz anlayın işte parantezlerden taşıyor çağlayan ruhum, çıkıyorum şimdi) eteğimi belime sokup, ellerimi belime koyup, üst uzvumu vasati otuz derece açıyla öne eğip (burada hafif dekolte vermekte sakınca yok bence) yangın var diye bağırasım geliyor. Ah ya o kadar hazırlık yaptım. Ağzımdan çıkan cümleye bakın. Hayallerimde bile kontesim mübarek. Bizim Muradiye abla olsa ne güzel doldururdu burayı. Ağzı bozuktur ama üstüne çok oturur. Küfür değil şiir gibi gelir kulağınıza.
Yoksa ben olduğum gibi miyim? Kendimi mi kandırıyorum? Yoksa doğuştan gelen bir olmamışlık mı bendeki? Yüce tanrımın hikmetinden sual edip sormaya cesaretim de yok. Hikmetinden sual olunmaz derler ama ben inanmam. Her türlü sual edilir, edilmeli. Bu kısmı geçiyorum. Şu sıralar çok ihmal ettim kendisini. Şimdi arkasından konuşmak gibi olmasın. Derdimi ona baş başayken anlatırım. İyi bir dinleyicidir, tavsiye ederim.
Dedim ya derdim büyük. Bizim buralarda berbere bağlılık oldukça mühim bir mevzudur. Vatan millet bir de Berber Fikret. Size garip gelebilir. Yeryüzünde sadece birkaç coğrafyada kalmış adı batasıca kül olup yel alasıca kültürümüz. Bunu da sayenizde öğrendim. Yoksa benim için dünya yüzeyinde tek gerçek Berber Fikret’ti.
Herkesin berberi kendine tabii. Yeter ki berbersiz olmayın. Öyleyseniz de belli etmeyin. En azından haftada bir cumaları berberinize uğramanız sizi toplum içinde daha makbul kılar.
Bilim dünyasının ilgisini çok çeker bizim buralar. Antropolog ekiplerinin biri gelir biri gider. Geldiler mi uzun müddet kalırlar. Zor iş. Karı koca antropolog olsan farklı kültürlere görevlendirme yapılsa nerede kaldı aile birlikteliği. Bu aile kavramını geçen bir belgeselde seyrettim. Ölüm ayırana kadar beraber yaşıyormuş bazı insanlar. Çok garip. Ben de örendiğim bilgiyi yeri gelince copy paste yapmaktan kat’a kaçınmam. Cebimde boşa mı taşıyayım bu bilgiyi? Yeri geldiğinde kullanacaksın. Yeri geldi bence.
Ben bu berbere sadakat kültürüne uzun süre bağlı kaldım. Doğrusunun bu olduğunu içimden böyle geldiğini düşündüm. Son zamanlarda bir şeyler oldu. Başka berberler nasıl saç kesiyor, ağdada hangi cins şeker kullanıyor, cila usulleri nasıldır merak buyurmaya başladı zihnim. Kuzum Bedriye at bunları zihninden senin saçına Berber Fikret’ten başkasının eli değemez, değmemeli diye çok telkin ettim kendimi. Bunları düşünmek bile azap veriyordu bana. Ah o da azap mıymış şimdi çektiğimin yanında.
Bir gün, akşam manikürümü yaptırmış cilamı sürdürmüş Berber Fikret’ten çıkmış eve doğru yürüyordum. Sonradan bizim mahalleye yeni gelen beyefendi olduğunu öğrendiğim zatı muhterem, “Merhaba hanımefendi ne kadar hoşsunuz,” diye selamladı beni. “Ay beyefendiciğim siz de çok zarifsiniz,” diyerek selam ve nezaketine karşılık verdim. Ertesi akşam yine karşılaştık. İlk gördüğümde dikkatimi çekmemişti ama göz kapağının koruması altına alınmış kutsal bir hazine gibi parlayan gözlerini fark ettim. Ay ne hoşmuş bu beyefendi deyip baştan aşağı süzdüm. Süzme işlemi çok yavaş ilerledi. Bilhassa baş bölgesinde çok oyalandım. Bu kutsal hazineden ötürü tanrıyla barışmayı daha fazla erteleyemedim. Yaradana sığındım.
“Hangi kutsal topraklarda doğdunuz? Hangi pınarın suyunu içirdiler? Neyle besleyip büyüttüler sizi beyefendiciğim, maşallah,” dedim. Ertesi gün eve dönerken karşıma çıkmadı. Merhabasına alışmıştım. Bakındım etrafıma, “Hu hu orada mısınız beyefendiciğim?” diye seslendim. Bir müddet cevap gelmedi. Meraklandım. Az daha ilerleyince karşıma çıktı. Ay bir görseniz benden beş parmak da kısa kerata. Berberde işi uzamış o sebeple gecikmiş. Bizim ay parçası çalışkan çıktı. Bayılırım sorumluluk sahibi insanlara. Yüce tanrım müşterisine bağışlasın diye içimden geçirirken, “Koltuğuma oturmanızı istiyorum,” dedi. Hem nasıl rahat söyledi inanamazsınız. Sanki başka bir dünyadan gelmiş gibi.
“Rica ederim bu bahsi kapatınız beyefendiciğim. Zira Berber Fikret’le yıllara sâri hukukumuz var. Yoksa beni berbersiz mi sandınız?”
“Yasak koltuğa bir kez oturacaksınız, ne var bunda? Büyütmeyin o kadar. Kırıklarınızı alırım. Kaş bıyıkta üstüme yoktur. Ağdada hiç bağırtmam. Ne olduğunu anlamazsınız.”
Hadi bize gidelim der gibi nasıl rahat söylüyor.
“Bakın beyefendiciğim kucağınıza, yatağınıza, sedirinize her yere otururum. Bunu ben de isterim. Fakat berber koltuğunuza oturmayı duymamış olayım.”
Sonra her merhaba berber koltuğuna oturma talepleriyle devam etmeye başladı. Beyefendinin kutsal hazine gözlerine hayranlığım, cüretkâr tavrına şaşkınlığım birbirine karıştı. Beyefendilerle aram iyidir. Kısmetim de boldur şükür. Ah neleri göze almadım onlar için. Misal en son, mercimek ne ki bilumum nebatatı fırına verdiğim beyefendinin gözleri uğruna köye yerleşip çeşmeden bakraçla su taşıyacak kıvama gelmiştim. Halim vaktim yerindedir halbuki. Çeşmelerimden sular akar soframdan nimetler eksilmez artar. Ne var ki tanrının dünyaya armağan etmek için mızrağını kayaya vurarak çıkardığı kutsal zeytin ağacının meyvesi gibi bakan zeytin gözlerine meftun olmuştum.
Gerçi bu naçiz kul Bedriye’ye bir şeyler yaptırmanız için meftun olması şart değildir. Muazzam bir cinayet planımız var hadi gel deseniz elimde cinayet silahı tuzluğumla sizden önce ben koşarım. Velhasıl beyefendilerle aram iyidir. İş berbere gelince yedi renk çizgim vardır. Berberi bütün bir insanım ben. Berberi bütündüm yani. Şimdi kırk bin parçayım.
İçimdeki koltuk sevdasını yok etmeye uğraştığım zannındayken bir bakmışım Berber Server’in koltuğundayım. Saçlarımın kırıklarını alıyor. Ay bir hoşuma gitti bir hoşuma gitti sormayın. Bir baktım her gece pişmanlıkla kıvranıp ertesi gün Berber Server’in koltuğuna oturmaya başlamışım. Bir gün kırıklarımı alıyor, bir gün topuz yapıyor, bir gün tırnaklarımı cilalıyor. Kapıldım gittim. Koltukta hiçbir fikir ve hayal bana gayri tabii gelmiyordu. Sanki düşünce ve hayallerim için bir engel, bir bağ kalmıyor o zaman ve mekân baskısı kalkıyordu.
Benim naçiz vücudum elbet bir gün Berber Server‘in ağda salonunda olacaktı. Bunu hissediyordum. Oldu nitekim. İşleri tüm vücut ağdaya kadar vardırdım. Nasıl oldu buralara geldim anlamadım. Tanrı mayama karıştırdığı harçlarda bir hata yapmış olmalıydı veyahut daha makulü bir bildiği vardı.
Berber Server’le münasebetimiz koltuğuna oturmak dışında ilerlemedi. Müptelası olduğum kutsal gözlerinden uzaklaşmayı göze alamadığım için ne dese boyun eğiyordum. Bir yandan bırak Bedriye derken bir yandan durma yaşa be kadın diyordum. Bir bilseniz uyku yüzü görmedim aylardır. Berber Fikret’in önünden bile geçemedim. Berbere ihanetten yargılanmam gerekirdi. Heybetli bir kadındım. İncecik kaldım. Soframdaki bin bir çeşit aşı gözüm görmedi nefsim almadı. Ahbaplarımla münasebeti kestim. Bu azaptan nasıl kurtulacağımı bilemiyordum. Dert çekmeyenler anlamazlar bu sözleri. Yaşamak arzusu içimde o kadar güçlenmişti ki uzun hafakan ve ıstırap saatlerimi telafi için, en küçük bir mutluluk yetiyordu. Azabımın şifasını kaynağından almaya çalışıyordum çaresizce. Sizlere kadar mevzuunun nasıl geldiğine dönecek olursam eğer şöyle devam etti hikâye.
Bir gün dayanamadım;
“Kuzum Server ben sizinle başka saadetler de yaşamak istiyorum,” dedim.
“Dinliyorum,” dedi.
“Koltuksuz bir gün geçirsek beraber ha ne dersiniz?”
Berber Server hiç oralı olmadı. Lakin ikna etmeyi başardım. İkna dediysem gönül rızasıyla olan bir ikna değil. Tahmin edeceğiniz üzere koltuk teklif ettim. Nasıl bir şeyse oturan kalkamıyor. Bakmayın gönülsüz olduğuma gönlüm var da aklım yok. Akıt kıtlığım o günlerden geliyor. İkna olmuş zannındaydım fakat o ha bugün ha yarın oyaladı durdu beni. Baktım niyeti yok. O sıra şehre panayır gelmiş. Herkes panayıra gidiyor. Cemi cümle orada biz koltukta.
“Ya Allah ya siftah Server Beyciğim. Bir siftah yapalım dışarıda. Saadet olursa ne ala olmazsa kati suretle bir daha teklif etmeyeceğim.”
“İşim var, koltuk sırasında müşteri çok,” dedi. Koltukta olmadığım zamanlardaki alakasızlığından dilhun oluyor yine de deryadil tavrımdan vazgeçemiyordum. Toparladım kendimi. Ay bizimkinin de müşterisi hiç bitmez anacığım. Kaç müşterisi kadimden beri kaç müşterisi benim gibi berberden dönme bilemeyeceğim. Neyse biraz dekolte açtım.
“Bak ağda vakti geldi Serverciğim,” dedim şuh bir edayla. Birkaç dekolteyle kerhen de olsa razı oldu.
Gittik panayıra. Tumturaklı eğlenceler yapılıyor. Ortalık cıvıl cıvıl rengarenk. Benim içimdeyse altı binlik ithal kömür yanıyor sanki. Ruhum zifte bulanmış. Server Beyefendiciğimin gönülsüzlüğü o kadar aşikâr ki. Ah minel koltuk minel garaip ne hale geldim. Her şeyin boş ve geçici olduğunu hissettim. Bir yardım elini uzatan olsa da kurtarsa beni bu meyus halden derken kendimden geçip yıkılıvermişim olduğum yere.
İşte böyle benim buraya geliş hikâyem. Panayırda yere yığılınca etrafımda doluşan kalabalığın arasından biri açılın ben antropoloğum diyerek elindeki perküsyon aletiyle kültürümü ölçmüş. Çok düşük çıkınca hemen hızır servisi arayıp açıbadem kültür araştırmaları merkezine almışlar beni.
Kuzum huzuri hazirun her gün biriniz gelip anlattırıyorsunuz bana bunları. Bugün de cemiyet halinde toplanmış beni dinliyorsunuz? Ne zaman neticelenecek bu tahkikatınız.
Hepsinin uzmanlığı farklıymış. Üstlerindeki en büyük kültür adamı ortak rapor istemiş. O yüzden benim işim burada uzamış. Öyle diyorlar. Buraya ilk geldiğim vakit çok geride kaldı. Dayanamıyorum aynı şeyleri anlatmaya. Bir gün histeri kriziyle hepiniz feriştahsınız söyleyin artık ben kimim diye sordum. Sormaz olaydım. Sosyolog çağıracaklar rapor yazması için. Soru sordukça iş uzuyor. Soru sormak iyi bir şey değil zannımca. Sonra ben neyim diye feveran ettim. Bu kez ünlü bir feylesof çağıracağız dediler ekibe. İşler iyice karışıyor. Beşerî ve sosyal bilimlerin tahkikat konusu oldum. Her şey yasak koltuğu merak etmemle başladı. Merak iyi bir şey değil zannımca. Artık merak etmiyorum, susuyorum, sormuyorum. Parçalanan ruhumun tazminatı kalsın ben etkin pişmanlıktan faydalanıp beraatımı talep ediyorum.
*İtalik yazılar Sadık Hidayet/Kör Baykuş’tan alınmıştır.
