Alev Şahin: Pavelli
Tombul ellerini ahşap tezgâhın ağaç kırışıkları üzerinde gezdirdi. Birkaç adımda dükkânının hemen dışına geçti. Kısa boylu, göbekli Pavelli.
Siyah kedi miyavladı, o gülümsedi.
Tıpkı onun gibi gözleri yeşil.
Ama hep sulu. Şöyle incecikten çiçek dalı omzuna değse ağlayacak mı dersin? Bir acısı var Pavelli’nin. Durur sol cevahirinin altında. Tüm ahali de bilir nedenini.
Çok severler onu. En çok veresiyeyi hesaplamayışından.
Uçları kıvrık saman kâğıdından kocaman bir defter. Borç dolu. İsim dolu.
Belki elli, yüz çeşit yazı var üzerinde. Herkes kendi borcunu yazıyor da ondan.
“Pavelli borcumu ödeyeyim,” dediklerinde onlarla birlikte bakar, şöyle bir göz atar deftere.
Sonra hesabı keserler, ödeyen ve Pavelli.
Pavelli’nin tombul elleri göbeğinin üstünde, öylece duruyor. Daldı yine.
Yine çocukluğundaki çayıra gitti. Koşuyor, koşuyor, koşuyor... Sıcacık bir gün ışığı, otların üstünü yalamada.
Çocuk ayaklarıyla toprağa öyle güçlü basıyor ki. Göğü kucaklıyor sanki bir yandan da.
Mor, sarıçiçekler; otlar, hafif bir esinti. Burnunda çimen kokusu.
Seslendi kırk yıllık ahbabı. Pedro.
“Ne yaptın be ya, yine nerelerdesin?”
Babacan güldü Pavelli. Hep öyle güler. Ta içinin derinlerinden gelir o gülme. Şaşar insanlar o acı akan gözlerden nasıl da mutluluk saçar bir anda.
“Yok, be ya,” dedi. “Çok dalmadım üstadım.”
“Sen ne yaptın?”
“Geldim işte, bir çayın varsa diye.”
“Olmaz mı?”
Oturdular, Pavelli’nin ihtiyar bakkalının önüne. Kese kâğıdı içinde şekerler. Çocuklar bayılıyor, en çok damla sakızlı olanına. Borcunu hep az az ödeyebilen Tarık’ın çocuklarına bazen bir tane veriverir, kimseler görmeden. “Aramızda,” der. Göz kırpar. Tıpkı onlar gibi çocuk. “Demeyesiniz kimseye gönül koyanlar olur, ben bilmeden.”
Çocuklar da demez kimselere. Sesleri pek çıkmaz zaten. Sürekli iş yapan anaları ve babaları eve sağ geldiler mi gerisiyle pek ilgilenmez. Neredeler, ne yaptılar sormazlar. Sofrada büyük olan küçüğün de yemeğini yemiş onu bile çok fark etmez anaları. Öyle yorgun, bitkindir. Ama çocuğuna biri vurmayagörsün. Elin biri. O zaman kopar yaygara o ayrı.
Hatta bir gün sesleri duyan Pavelli koşmuştu imdada. Ortalığı sakinleştirmiş sütlimana çevirmişti herkesin ruhunu. Gelen Pavelli olunca kimse ayıp etmek istemezdi.
O günlerden birinde. Ortalık sütliman. Az önce sesler yükselmiş ama artık herkes evlerinde, huzurlu bir rehavette.
Sessizlik ancak birkaç saat sürüyor. Öfkeli bağırışlar duyuluyor. Yaygaranın en karanlığı dolanıyor sokakları. Buna karşı Yeldeğirmeni’nde tüm sokak başları tutulmuş. Biri hariç. Ona gücü yetmiyor mahallelinin. Pavelli’nin dükkânının camları paramparça.
*
Geçen zamana inat unutmuyor Pavelli.
“Ne istediniz?” diye inliyor. İstese alır içindekileri geri. Hatta camları bile yaptırır. Parası var.
Ama evinde oturuyor. İçli içli ağlıyor. Yeşil tekli koltuğa sanki yapıştı. Karısı artık anlamıyor onun bu halini.
“A a canım, hayattayız ya,” deyiveriyor. Beyoğlu’nda bizden olana neler oldu gördün a canım,” diyor.
“Bir bizim dükkân, bir tek benim emektar. Dayanamayışım ona. Ah kırgınım, dargınım,” diyor Pavelli.
Yine aynı cümle. Yine aynı çatallı ses ve bir kuyunun derinlerinden süzülmüş gibi koyu bakışlar.
Karısı Marla, sağ kaldıklarına sevinemez oldu.
İsyan ediyor.
“Evde canlı bir cenaze ile yaşıyorum a cancağzım. Oluyor mu şimdi bu yaptığın?”
“Gidiyorum,” diyor. Haftada bir iki yapar bunu. Canına tak eder, çıkar komşu Ayla’nın yanına gider.
“Yine tutturdu, ‘hepsini korudular, bir beni bıraktılar’ der. ‘Bir bizimki. Ben kötü insan mıydım’ der, durur. A canım dediler, özür de dilediler. Kusura kalma bu kadarına gücümüz yetti dedi Benazio. Ama yok anlatamıyorum. Hep o koltukta, ya inme inerse?”
Arnavut kaldırımı sokakta topuğu takıldı, kırıldı Marla’nın. Yeşil ayakkabısının içinde bileği ters döndü. “A canım Petro bir alan otuz yıl giyer şu potini, bana mı garezin?” deyiverdi. Sonra güldü. Döndüm mü ben de Pavelli’ye. Ah şunu bir sokağa çıkarsam. Belki bugün ikna olur. Önce güzel bir yemek. Evet, bu topukla. Haydi, Marla vazgeçmek yok. Et al, yeşillik al. Tamamdır açanım. Bugünkü yemekten sonra çıkacak eminim buna.
Koca, ağır bina kapısından sonra, koca, ağır daire kapısını da açtı Marla. Bırakıverdi elindekileri girişteki ayakkabılığın üstüne. Astı paltosunu. Şapkayı da çıkarınca ferahladı. Elindeki topuğa ve ayakkabıya baktı. Neyse ki yedek ayakkabısı vardı.
Salona seslendi, “A canım ne yapıyorsun, yine o koltukta mısın? Öyle güzel bir yemek yapacağım ki sana...” Mutfakta eti kâğıdından çıkardı. Tavaya koydu. Zeytinyağını, baharatlı sosu gezdirdi.
İçinde bir huzursuzluk gezindi bir an.
“Pavelli,” dedi. L si y gibi çıkmıştı. “A Pavelli,” diye fısıldadı. Yine aynı, çıkmaz bu dışarı.
Yürüdü isteksiz, salona. Bir bakayım şuna diye düşündü.
Cama arkası dönük. Karşı daireye bakan camı gören koltuğa baktı. Hasto’nun dükkânı kurtulmuştu. O dairedeydi onlar. Onun dükkânı yağmalanmamıştı. Işıkları hep bir başka parlardı Pavelli’nin gözüne. O camdan dışarı uzun uzun bakardı. Sanki orda dünyalar var. Bir şeyler dönüyordu orda.
Ama bu defa gözleri yerdeki halıya sabitlenmişti. Üstü desenli halıya. Vücudu kaskatı.
“Aman Allah’ım,” dedi Marla. “Demek bunu da yaptın. Koca Pavelli, bu yaşta hem de.”
Bileklerinden akan kırmızılığı, yüzünün beyazlığını ölene kadar unutmadı. Bir de, ah Pavelli, demeyi hiç bırakmadı.
        